Sunu

Günümüzde dünya üzerinde pekçok çevrede âdeta "şekilcilik dini" hâline sokulmuş islam`ın düşünsel temelini anlatan bir kitabı, çağımızın düşünme yetisine sahip kesimine sunmak zorunlu olmuştu bize...

Zira...

Günümüzde düşünen beyinlerce bazı çok önemli soruların cevabı aranmaktadır...

Niçin iman?... Nereye kadar akıl ?... Nerede iman?...

Bazı gelişmemiş beyinlerde ise bu düşünce hiç yoktur; onlara göre akıl gereksizdir; sadece iman yeterlidir... Elbette onlar da başlarındakini bu kadar değerlendirmektedirler!...

Düşünebilen beyinler, Kur`ân-ı Kerîm’i anlamak istediklerinde çok önemli işaretler ve uyarılarla muhatap olmaktadırlar...

İşte bir örnek...

Nisa Sûresi 136. âyetin başı:

"YA EYYÜHELLEZİYNE ÂMENU, ÂMİNU BİLLAHİ....."

"EY iMAN EDENLER, İMAN EDİN.... ??????....."

LÜTFEN DİKKAT EDİNİZ !...

Herhangi bir Kur’ân meâlindeki gibi, "ALLAH`A iMAN EDİN" diye çevirip olayı GEÇİŞTİRMİYORUM !..

Zira bu âyetin anlamı, KUR`ÂN-ı Kerim’in anlaşılması çok önemli sırlarından birini oluşturmaktadır..

Önce şu hususa dikkat ediniz ...

Burada iman etmeleri istenen kişiler, "İMAN EHLİ" olanlardır!..

Kur`an-ı Kerim’de çeşitli gruplara hitaplar yapılır...

"Ya eyyühen nâs - Ey insanlar";

"Ya eyyühel kâfirun - Ey gerçeği örtenler";

"Ya eyyühel münâfikun - Ey ikiyüzlüler"

ve bunlar gibi...

Ancak yukarıdaki âyeti kerimede hitap dikkat ediniz "MÜMİNLERE" yani "İMAN ETMİŞLERE"dir!...

Ve dahi, "MÜMİNLERİN", "İMAN ETMELERİ" istenmektedir!...

Neye?...

"BİLLAHİ" denerek "ALLAH"a!...

Esasen kişi ancak "ALLAH"a, "RASÛLÜNE" ve "KİTABINA" iman ettikten sonra "MÜMİN" olma özelliğine kavuşur!... Bunları kabul etmeyen birinin "MÜMİN" olma özelliğinden zaten sözetmek mümkün olmaz..

Nitekim yukarıda görüldüğü gibi hitab edilen kişiler "İMAN EDENLER" diye tanımlandığına göre elbette ki "ALLAH"a, "RASÛLÜNE" ve kendilerine o ana kadar gelmiş olan ayetlere inanıyorlardı..

Durum böyle olunca, üzerinde durulması gerekli olan çok önemli husus, işte burada karşımıza çıkmaktadır!... şöyle ki...

Niçin, "İMAN EHLİNDEN" "iman etmeleri" istenmektedir "ÂMENU BİLLAHİ" uyarısıyla ?...

İşte KUR`ÂN ’IN SIRRI, TASAVVUFUN ÖZÜ ve TEMELİ bu sorunun cevabındadır!...

Bu kitapta size önce, "nereye kadar akıl, nereden sonra ve niçin iman?" sorularının cevaplarını anlatmaya çalışacak; sonra "nelere nasıl iman" hakkında düşüncelerimizi özetlemeye gayret edecek; bu arada da "İMAN EHLİNDEN" istenen ve bir üst anlayış olan "İMAN"dan sözetmeye çalışacağız...

Tasavvufta "HAKİKAT MERTEBESİ" ismiyle işaret edilen bu anlayışa "İMAN" dahi inşâallah nasip olur!..

"ALLAH" bizlere "HAKİKAT"ı görmeyi, idrak etmeyi, yaşamayı ve HAZMETMEYİ kolaylaştırmış olsun!...

AHMED HULÛSİ

Nereye kadar Akıl

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

NEREYE KADAR AKIL

Değerli okurlarım, tüm eserlerimizde aklın son derece önemli olduğundan ve akılsızın dini olamayacağından söz ettikten sonra; bu kitapta "İMAN" üzerinde duracak ve "nereye kadar akıl, nereden sonra iman" sorusunun cevabını vereceğiz...

Aklın önemi üzerinde dururken, bilindiği üzere imamı Gazalî`nin "İHYA"sında yazdığı Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şu açıklamasını nakletmiştik..

"Ya Ali, herkes "ALLAH"a bir yoldan yaklaşır!...

Sen, aklın ile "ALLAH"a yakın olanlardan ol..."

Bu güne kadar hep "ALLAH"a akıl ile yaklaşmanın değerinden bahsettik. Kitaplarda da özellikle bunu anlattık.

Ancak şimdi daha değişik bir incelik üzerinde duracağız...

"ALLAH"`a niçin "iman" ile yakîn elde etme esası getirilmiştir?`a niçin "iman" ile yakîn elde etme esası getirilmiştir?

Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm niçin "imanı" öne almıştır?

Kur`ân-ı Kerim niçin devamlı olarak "Elleziyne yu`minune" "Onlar ki "ALLAH"`a iman ederler" der de; buna karşın çeşitli âyetlerde de aklı öne sürer.

"Hâlâ tefekkür etmeyecek misiniz?

Hâlâ idrak etmeyecek misiniz?

Hâlâ anlamayacak mısınız?"

der.

Öyle ise insana yakışan davranışların kökeninde düşünce ve idrak yatmalıdır; şartlanmalar ve etraf değil!.

Burayı çok iyi farketmek zorundayız..

Biz, koyun gibi, çobanın ya da etrafımızdakilerin güttüğü yönde davranışlar ortaya koyup, sıradan bir mahlûk gibi mi yaşayacağız?... Yoksa, Akıl ve şuur sahibi düşünen bir yapıyla yaşamına yön veren mükemmel varlık insanlığımızı mı hissedeceğiz?..

Herkes böyle dediği, herkes böyle inandığı için; ne olduğunu anlamadığımız, idrak etmediğimiz şeyleri kabullenerek öylesine bir hayat sürüp geçip gitmek bizi tatmin ediyorsa, diyecek bir şey yok!.. Böylece süregitsin yaşam!

Ama, ben bir insanım; akıl sahibi olup, düşünebilme kabiliyetine sahibim; yaşamıma kendi kavrayışımla kendim yön verebilirim; sürüye sayılmak için varolmadım; bilincine erdiysem, bundan sonra yapılacak iş neye ne kadar ve nasıl inanacağıma karar vermektir!.

İnsan olarak en değerli varlığımız olan "AKIL" ya kullanılır ve insan yaşamına idrakıyla yön verir; ya da kullanılmaz, düşünmeden etrafa ve şartlandırmalara tâbi olunur!.

İnsan beynine bahşedilen ana zihinsel fonksiyonlar akıl dışında nelerdir?

İnsan zihnindeki diğer doğmatik özellikler nelerdir?.

Önce bunların üzerinde duralım.

İnsan dediğimiz varlıktaki bazı zihinsel fonksiyonları sayalım:

Nefs (ben kavramı), akıl fikir, hayâl, idrak (kavrayış), vehim (varsayım), himmet, ve hâfıza (yani bellek).

Bu saydığımız zihinsel fonksiyonlar esas itibarı ile iki ana kuvvetin etkisi altındadır... Yani, fikir, hayâl, duygu, nefs, himmet daima iki ana kuvvetin birinin tesiri altına girer. Ya, vehmin hükmü altına girerek çalışır, ya aklın hükmü altına girerek çalışır.

Fikir; çeşitli konularda aklımıza gelen yeni yeni düşüncelerdir. Bize herhangi bir konuyu düşünmemizi sağlayan ana materyaldir. Kökeni ya beynin üretimi ya da dış etkilerdir; ilham, astrolojik etkiler vs...; çeşitli konularda aklımıza gelen yeni yeni düşüncelerdir. Bize herhangi bir konuyu düşünmemizi sağlayan ana materyaldir. Kökeni ya beynin üretimi ya da dış etkilerdir; ilham, astrolojik etkiler vs...

Sonrasında hayâl gelir. Yani, o fikirleri kafamızda hayâl ederiz.. Anlayıp kavramak için bir suret haline sokarız. Bu hayâl edişe aynı zamanda "musavvire gücü" denilir. Yani, tasvir etme şekillendirme. Beyinde şekillendirme olayı vardır. O fikirler otomatikman şekillenerek anlaşılır. O da nasıl anlaşılır? Müdrike yani idrak gücü ile, idrak edilir.

Bu idrakın hemen sonrasında, o idrakı hükmü altına alan vehim vardır.

Vehim özetle şudur: özetle şudur:

Var olmayan şeyi varsanmak!. Var olan şeyi de yoksaymaktır. "Varsayım" dediğimiz cevherdir.

Bunlardan, "Nefs" dediğimiz yapıyı da Dünyanın ruhâniyeti meydana getirir.

Fikir, Merkürün ruhâniyetinden; Merkürün ruhâniyetinden;

Hayâl, musavvire Venüsün ruhâniyetinden meydana gelir.

İdrak, müdrike Güneşin ruhâniyetinden gelir.

Vehim, Marsın ruhâniyetinden gelir. , Marsın ruhâniyetinden gelir.

Himmet, Jüpiterin ruhâniyetinden gelir. , Jüpiterin ruhâniyetinden gelir.

Akıl, Satürn`ün ruhâniyetinden gelir. Fakat Satürn`ün ruhâniyetinden meydana gelen akıl maddi bir akıldır. Dünyaya ve maddeye dönüktür.

Uranüs`ten gelen akıl ise "aklı kül"den yansımadır!. Çok geniş boyutlu, madde ötesine dönük düşünceleri meydana getirir. Madde ötesine dönük düşünceler Şiron`un uygun açıyla beslemesi halinde hidayet dediğimiz "ALLAH"a ve özüne yönelme" tesirlerini meydana getirir.

Neptün, yüksek sezgi gücünü meydana getirir.

Pluton, "ALLAH"`a ait "var etme ve yok etme" gücünün yeryüzünde zâhire çıkmasına vesile olur. "ALLAH"`a ait "var etme ve yok etme" gücünün yeryüzünde zâhire çıkmasına vesile olur.

Eğer bir kişide Merkür`ün tesirleri güçlü ise, onda çeşitli fikirler meydana gelir. Merkür`ün güçlü tesirini almış, ruhaniyetinden feyz almış insan, zeki insandır. Zekâ, Merkür`ün ruhaniyetine bağlıdır.

Cinlerin büyük çoğunluğu, Merkür`ün güçlü tesirlerinden feyz aldıkları için hemen hepsinde zekâ güçlüdür. Dolayısı ile şeytan da çok zekidir. Buna karşın cinler, akıl yönünden zayıftırlar!. büyük çoğunluğu, Merkür`ün güçlü tesirlerinden feyz aldıkları için hemen hepsinde zekâ güçlüdür. Dolayısı ile şeytan da çok zekidir. Buna karşın cinler, akıl yönünden zayıftırlar!.

Bir insan zekî olabilir; fakat yeterince akıllı olmayabilir!... Akıllı olabilir; zekî olmayabilir!. Hem zekâsı hem de aklı kıt olabilir!. Hem zekî ve hem de akıllı olabilir!.. Çünkü zekâ Merkür`ün ruhâniyetinden kaynaklanır, akıl ise Satürn ve Uranüs tesirleri ile meydana gelir.

İdrak (kavrama) gücünü Güneşin ruhâniyeti verir.

Hayâl gücü Venüsün ruhaniyetinden hasıl olur. Buna Musavvire, şekillendirme gücü de denebilir.

Kişinin himmeti (azmi) jüpiter`in ve Şiron`un tesirleri iledir.

Güçlü olarak Jüpiter`in ruhaniyetini almışsa o kişi, maddeye dönük bir şekilde şanslı hayat sürer. Maddi sıkıntıları az, refahı fazla olur.. Şiron`un tesirini güçlü almışsa kişi, mâneviyata yönelir ve mâneviyatta büyük derecelere ulaşma imkanını elde eder.

Satürn tamamen maddeye dönük bir akıl verir; yani bu kişi maddeyi ne yönde nasıl değerlendireceğini iyi bilir.

Uranüs`ün ruhâniyetinden feyz alan kişi maddi nesnelere hiç bakmaz, değer vermez. Tamamen madde ötesi soyut değerler ve nesnelerle ilgilenir.. Yani, gerçek âlemin, madde ötesi bir yapı olduğunu idrak eder. Ona yönelir.

Ancak, madde ötesi yapıya yönelme eğer Şiron’dan destek almamışsa o kişi felsefeci olarak kalır. Eğer bu hâl Şiron`dan desteklenmişse bu defa tasavvuf ehli velâyet mertebelerinin sahibi olur; icabında nübüvvet mertebesiyle zâhir olur. Aradaki fark Şiron`dan desteklenen bir Uranüs; veya Şiron`dan desteksiz kalmış Uranüs`tür.

Felsefeci ile tasavvuf ehli arasındaki fark, "Şiron" farkıdır!. "Şiron" güneş sistemi içinde yer alan ve son yıllarda tesbit edilen bir gezegendir!..

Ancak şunu dikkatten kaçırmıyalım!..

Allah, bir kişinin maneviyat ehli olmasını takdir etmişse, onu, uygun tesirler altında dünyaya getirir; ve mesela Şiron`un güçlü açılımı o kişiyi bu olaya hazırlar!. Yani, takdir ALLAH`ındır; yıldız ve planet etkileri ise takdiri oluşturan mekanizmadır!. Beyindeki bilincin yanında, elin yeri ne ise; ALLAH takdiri ve hükmünün yanında planet ve yıldızların yeri de odur!.

Programında, Uranüs`ün etkisi güçlü olan; yani yüksek akıl sahibi olup maddeye değer vermeyen kişi eğer Şiron`un ruhaniyetinden feyz almamışsa bu kişi felsefeci olarak kalır!. Madde dünyası ile hiç uğraşmaz ve maddeye değer vermez. Ama mâneviyat yönü zayıftır.

Esasen, bu tesirler, her insanda vardır..Ancak, bu tesirler kiminde güçlü olarak alınmıştır; kiminde de zayıf olarak... Bizler bu değişik tesirlerin oluşturduğu farklı formüle sahip bileşimleriz!.

Burada önemli olan nokta şudur:

Eğer belli bir akıl gücüne sahip isek... Bilebiliriz ki "Akıl" Arapçada "Ukl" kelimesinden gelmiştir. "Bağlamak" anlamınadır.. Yani bir şeyi. diğer bir şeye bağlayarak, aralarında bir bağlantı kurarak, bir sonuç çıkarma özelliğidir..

Bu akıllı bir kişidir demek, yani birtakım nesneleri, birtakım bilgileri, cevherleri birbirine bağlayarak ortaya bir sonuç çıkartıp buna göre kendine yön verebiliyor demektir.

Zeki kişi o anki menfaatine göre ne gerekiyorsa onu derhal bulup gereğini tatbik eder. kişi o anki menfaatine göre ne gerekiyorsa onu derhal bulup gereğini tatbik eder.

Zekâ kısa vadelidir, günlük çözümler içindir.

Akıl ise uzun vadeli bakışlar ve değerlendirmeler getirir.

Zeki kişi günlük menfaatlerinin gerektirdiği bir biçimde yaşar. Akıllı kişi ise geleceği düşünerek hayatına yön verir. kişi günlük menfaatlerinin gerektirdiği bir biçimde yaşar. Akıllı kişi ise geleceği düşünerek hayatına yön verir.

Aklın iki boyutu vardır.

Birincisi avam boyutu...

Yaşadığı süreci göz önüne alarak, yapacağı işleri düzenler... Ölüm ötesini aklına getirmez!. Ömrünü dünyevi değerlere göre düşünür. Bütün ömrü boyunca, kendisine yarar sağlayacak şeyleri tasarlar.

Aklın ikinci mertebesi ve makbul olanı ise; ölüm ötesini düşünüp ölüm ötesi hayata göre yaşamını düzenler.. Programa alır... Ancak aklın bir zayıf noktası vardır. O zayıf noktası dolayısı ile de zekâ oyunlarına gelerek vehmin hükmü altına girmesi ihtimali sözkonusudur.

Akıl, daima eldeki mevcut donelere göre, bunları birbirine bağlayarak bir sonuç elde eder. Beş duyu kanalından gelen bilgiler bir kaba konur. Akıl onları bileştirir ve neticede bir sonuç çıkarır; buna göre de kendine bir yön çizer.

Ancak "şeytâniyet" vasfıyla bilinen cinler çok zekidirler!. Bunlar kişinin aklını karıştıracak bazı fikirleri insanların beyinlerine impalslar halinde gönderirler. Bu ilka edilen fikirleri kişinin vehim gücü kolaylıkla kabul eder..

Herkeste mevcut olan bu vehim gücü, aslı olmayan şeyleri varmış gibi kişiye kabul ettirir!.

Vehmin esası nedir?.. in esası nedir?..

Varolmayan şeyleri var zannetmek; var olan şeyleri de yok zannetmek. Yani varsayım !.

Vehim gücün, her nekadar işin doğrusunu bilsen de, buna rağmen senin bir an içinde akıl ve irade boşluğunu yakalar; ve sana bir fikir ilka eder. gücün, her nekadar işin doğrusunu bilsen de, buna rağmen senin bir an içinde akıl ve irade boşluğunu yakalar; ve sana bir fikir ilka eder.

Bu fikirler cinni, şeytâni de olabilir. O an gelen meleki tesirlerden de olabilir!.

O tesir sende bir fikir meydana getirir, sen bu fikre kapılırsın ve işi geniş planda düşünmeyi geriye bırakırsın.

Oysa, her gelen fikri geniş planda düşünüp; sistemi düşünüp; o sistem içindeki yerine oturduktan sonra onaylaman gerekir.

Aklına bir fikir geldi!... O an için sana makul gelebilir... Tamam bu güzel fikir, ben bunu böyle yapayım, dersin.

O an için doğru gözükebilir. O anki menfaatine uygundur.. Ama genel sistem içindeki senin yerine uygun değildir!.işte bu gelen fikri, vehim gücü sana kabul ettirir. Çünkü vehim gücü "nefs" üzerinde hükmünü icra eder.

Nefs, ya aklın doğrultusunda hareket edecektir; ya da vehmin hükmü altında istikametini bulacaktır... Seyyaldir!. ya aklın doğrultusunda hareket edecektir; ya da vehmin hükmü altında istikametini bulacaktır... Seyyaldir!.

Nefs başta da söylediğimiz gibi dünyanın ruhâniyetinden kaynaklanır. Birimsel nefs dünya üzerinde var olmuştur. başta da söylediğimiz gibi dünyanın ruhâniyetinden kaynaklanır. Birimsel nefs dünya üzerinde var olmuştur.

Yani, "nefsim" dediğin şey; yanlış anlamayalım..

Eskilerin bir kısmı, özellikle de taklid ehli "nefs"i yanlış târif etmişlerdir... "Nefs", sadece ve yanlızca "benlik" duygusudur.

"Ben varım", dersin ya; bu, "ben" kelimesi ile kastettiğin şey nefstir. Bu bedene ait tüm özellikler ise tabiat kelimesi ile anlatılır. Bedenin tabiatı tabii istekleri yani, tabiat tabii isteklerden meydana gelir. Doğal istekler de bedenin çeşitli organlarının çalışması sırasında oluşturduğu istek ve arzulardır.

Nefsî istek ayrıdır, tabîi istek ayrıdır!.

Bu ikisi tamamen birbirinden ayrı şeylerdir. Bunu bilmeyenler karıştırır; nefsin isteğine, tabii istek, der; veya, tabii isteğe yani tabiatının oluşturduğu isteğe nefsin isteği der.

Hayır!

Nefsin isteği benliğinin yücelmesi, benliğinin mertebe kazanması, benliğinin, sayılması, sevilmesi, korunması, yüceltilmesidir. isteği benliğinin yücelmesi, benliğinin mertebe kazanması, benliğinin, sayılması, sevilmesi, korunması, yüceltilmesidir.

Bedenin isteği ise güzel yemek, güzel içmek güzel uyumak güzel çiftleşmek... Yani kendi tabiatına uygun hallerle bezenmek. Bu tabiatının isteğidir. Nefsin isteği değildir.

HAC`da şeytan taşlama vardır... Üç şeytan taşlanır!. O taşlanan şeytanlardan her biri ayrıca bir semboldür... Meselâ birincisi, büyük şeytan, varsayım benliktir..ikinci şeytan, tabiattır. Üçüncü şeytan da, âdetler yani şartlanmalardır!.

Evliyaullahtan Şah Nakşıbend der ki:

"Biz halkın âdetlerini terkettirmek için görevdeyiz. Nebi ve Rasûller halkın âdetlerinin yanlışlığını ispat için gelmişlerdir. Çünkü âdetler insanı "ALLAH"tan alıkoyar, dünyaya ve maddeye yöneltir"

İnsanın zihinsel oluşumunda üç ana girdisi var:

1.NEFS

2.TABİAT ( Yani bedensel istek ve arzular )

3.ŞARTLANMALAR

Basit bir tâbirle şöyle de açıklıyabiliriz.

"Etraf ne der?"... "Etraf"ı atmadıkça "ALLAH"`a yönelemezsiniz!. Çünkü çevreniz kendini madde beden kabul edip, bedene dönük zevkler ve arzular ve istekler içinde yaşayan kişilerle dolmuş.

Kişideki vehim gücü nefsi etkileyerek, onu yanlışa saptırır..

Nefs neyin tesiri altındadır?.. Şartlanmaların tesiri altında.. neyin tesiri altındadır?.. Şartlanmaların tesiri altında..

Sana sorduğum zaman "Sen kimsin?"..

Sen dersin ki: "Ben buyum!... Yani, bu bedenim"!.

Halbuki, sen, bu beden değilsin!.

Senin, kendini bu beden olarak kabul etmen;

1.Bedenin tabiatı içinde kendini tanımaya başlamandan,

2.Ve etrafının, çevrenin seni bu yolda şartlandırmalarından ileri geliyor.

Sen, kendini, bu bedenin tabiatı içinde hapis olarak buldun..

Sonra da herkes sana "sen busun, sen bedensin" demeğe başladı.

Böylece, sende "ben bu bedenim" fikri geldi yerleşti, oturdu.. Bu böylece oturduğu için bu defa vehim sende hükmünü icra ediyor.

Vehim sende hükmünü nasıl icra ediyor?.. Nefsi tahrik ederek!. sende hükmünü nasıl icra ediyor?.. Nefsi tahrik ederek!.

Vehim ne idi?.. Var olmayanı var göstermek, var olanı da yok göstermek. ne idi?.. Var olmayanı var göstermek, var olanı da yok göstermek.

Gerçekte, senin nefsinin benliği, Rabbi`nin benliğidir!. Senin kendine has bir benliğin yoktur!. Kâinatta var olan tek mutlak benlik "ALLAH"`ın benliğidir.

"Benlik "ALLAH"a aittir. Senin ben demeğe hakkın yoktur" diyerek bunu basite indirgemişlerdir.

Yani, bu varlığa "Ben" kelimesi ile işaret ettiğin zaman, o "ben" aslında senin nefsin değil, "nefs"in hakikatı olan "Rabb"indir. O yüzden denmiştir ki:

"Nefsinin hakikatını bilen Rabbini bilir."

Çünkü Rabbi bilmek, nefsi bilmeğe bağlıdır. Çünkü nefsin hakikatı Rubûbiyet mertebesinden gelir.

"Nefs", "Rubûbiyet" hakikatından varolduğu için, mutlaka aklettiğini yapmak ister!. Nefs için iyi-kötü diye bir ayırım yoktur. Çünkü Rabbani hakikattır aslı!... Rab ise dilediğini yapar!.

Nefsin hakikatı da Rab olduğu için nefs daima ne dilerse, kendisine ne fikir gelirse onu hemen yapmak ister. Bunun benliği kuvvetli deriz. Nefsi kuvvetli, deriz... Yani, bu kişideki Rubûbiyet zuhuru kuvvetlidir, demektir...

Yalnız rubûbiyetin oradaki zuhur şekli bu saydığımız iki yoldan biri ile olur:

Ya vehim yollu olur..

Ya akıl yollu olur..

Vehim yollu olursa, gelen fikre tabi olur; gelen fikri genel sistem içinde, ilahi nizam içinde düşünmeden; yerine oturtmadan, hemen geldiği gibi tatbik etmek isteriz. yollu olursa, gelen fikre tabi olur; gelen fikri genel sistem içinde, ilahi nizam içinde düşünmeden; yerine oturtmadan, hemen geldiği gibi tatbik etmek isteriz.

Nefs bu durumda kendi hakikatından gafil ve kendini beden olarak sandığı için, gelen istek ve arzuları hemen tatbik etmek ister ve dolayısı ile bedene dönük yaşamağa çalışır. bu durumda kendi hakikatından gafil ve kendini beden olarak sandığı için, gelen istek ve arzuları hemen tatbik etmek ister ve dolayısı ile bedene dönük yaşamağa çalışır.

Halbuki, nefs, hakikatı olan rabbani güç ve kendi hakiki vasfı olan, ilim sıfatından kaynaklanan bir şekilde; yaşadığımız sebepler âleminde akıl yolu ile varlık üzerinde hükmünü icra etmek ister.

Şimdi biz aklımıza bir fikir geldiği zaman, hemen o fikri, Allah düzeni içinde, genel idare sistemi içinde yerine oturtup; bu yapacağımız işin tabiatımıza mı dönük; var sandığımız fakat aslında var olmayan izâfi benliğimize mi dönük; yoksa kendi hakikatımızı bilmemize, "ALLAH"a yönelmemize, "ALLAH"ı tanımamıza vesile olacak bir biçimde özümüze mi dönük diye düşünüp değerlendirmemiz gerekir..

Şeytanın silahı iyi bilelim ki fikirdir!.

Çünkü bütün cinler Merkür`ün güçlü tesiri ile beslenmişlerdir. Bu yüzden onlarda fikir çok yüksektir. Fakat bu fikri kısa süreli menfaatler istikametinde kullandırırlar insana.

O an için senin bedeninin ve benliğinin amaçları ne ise, o doğrultuda yeni yeni fikirleri sana telkin eder ki, sen daima bedene dönük düşünesin, bedene dönük yaşayasın.

Halbuki akıl seni daima maddenin ötesindeki bir boyutta kendini bulup değerlendirmeye yönelik biçimde düşünmeğe sevk eder.

Çünkü akıl çok geniş boyutta düşünür. Çok kapsamlı olarak meseleleri ele alarak, bunları birbirine bağlayarak yeni yeni sonuçlar çıkartmağa sevk eder... Bu çalışmayı yaptığın zaman otomatikman manevi âleme girersin; madde dünyasından çıkarsın!..

Ne varki aklın, bu gelen fikirleri her an gerektiği gibi değerlendirememesi tehlikesi vardır. Zira vehim "nefs" üzerinde ağır basar.

İnsan için eğer şer diye kabul edilebilecek bir şey varsa o da vehimdir. Vehimden daha şerli bir şey yoktur!

Eğer aklınla vehmi hükmün altına alırsan velâyetin en üst mertebesine çıkarsın!.

Eğer akıl, vehmin hükmü altına girerse, şekavetin, sapmışlığın en berbat derecesine düşersin!.

Bütün evliyanın kerameti, vehim kuvvetinin tasarrufuyladır. Kendindeki vehim kuvvetini tasarruf altına alarak o kerametleri izhar eder.

Şimdi; eğer burayı anlayabiliyorsak "iman" olayının neye dayandığını çıkartabiliriz. * * *

Niçin İman

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

NİÇİN İMAN

Niçin "Din" olayı akla değil de, imana dayandırılmış?...

İşin sır noktası bu!.

Akıl herhangi bir noktayı düşünürken, bütün bağlantıları gereği gibi kuramayıp, herhangi bir yanlış fikrin etkisi altında kalma tehlikesi ile yüzyüzedir!.

İşte o anda da vehim, onun üzerinde hükmünü icra eder; yani nefsin, benliğin üzerinde tesirini icra eder.

Aklın gücünü, tesirini keser, geleceğe ve bilince dönük biçim yerine; bedene, ve benliğe dönük istikamette bir harekete sürükler.. O zararlı hareketi yararlıymış gibi gösterir!. Çünkü vehim, her şeyi tersine gösterir...işte bu yüzden de zararlı hareketi yararlıymış gibi sandırıp, seni yanlışa çekebilir.

Ancak vehmin üstesinden yüzde yüz gelebilecek bir güç vardır...işte o güç iman gücüdür.

"İman"da, "akıl" ve mantığa yön veren "fikir" durur!...

Meselâ sana biri geliyor, hiç aklının ve mantığının kabul etmeyeceği bir şey söylüyor. Şu işi şöylece yap diyor...

Eğer sen, o kişiye tam bir itimadla güvenmişsen, daha önceden aklın yatmışsa; bu kişi mutlaka doğru söyler, kendi menfaatine dönük bir şey söylemez, söylediği doğrudur diye tam inanmışsan; işte o zaman söylediği ters bile gelse, vehim seni o işi yapmamağa tahrik etse dahi, ona olan o güvenin, teslimiyetin dolayısı ile o işi yaparsın!.

İşte o işi yapman anında sen vehmini yenmişindir.

Ama işi o iman ve teslimiyetle yapmayıp da, "acaba ben bu işi böyle mi yapsam..? Bu böyle diyor ama, bu böyle olursa, böyle böyle sonuçlanır; yok böyle olmazsa, şöyle şöyle neticeler doğurur"un içine girdin mi, işin içinden çıkamazsın ve o işi gerektiği biçimde yapamazsın.

Yapamadığın zaman da vehim sana galip gelmiş olur!. Yani yapamamak, vehminin sana galip gelmesindendir.

Bu yüzdendir ki ölümötesi yaşam konusu, teslimiyet ve iman esasına dayandırılmıştır.

Tasavvufta bütün tarikatlar esas olarak teslimiyeti ele alır... Yani der ki: "eğer tarikata girdiysen şeyhine teslim ol, ne diyorsa hiç üstünde fikir yürütmeden onu yap"!... Yani şeyhe teslimiyetin esası, herhangi bir konuda fikir yürütmeden uymaktır.

Tarikat olayını bir yana bırakırsak; İslâmiyet çerçevesinde, Allah Rasûlü’nün fikirlerine, sen karşı fikir öne sürmeden güvenerek teslim ol, dediğini yap.

Ondan sonra o olay niye gelmiştir, hikmeti nedir? Onu araştır!. Onu araştırma denmiyor!.

O yüzden de Hz. Ali`ye "Sen "ALLAH"`a aklı ile yakîn olanlardan ol.." buyuruyor...

Yani niye öyle diyor?

Zaten teslimiyeti ele almış, teslimiyetle ilerliyor. ilerlerken neyin niye olduğunu, hikmetini anlamak için aklını kullan, diyor.

Kendine yön verme sırasında, istikametini çizme sırasında imanını kullan!.

Ama o yolda yürürken de akılla yürü ki sağlam olsun!.

Bir an gelir iman zayıflar... İmanın zayıfladığı anda akıl sana destek olsun!.

Eğer o konuda bir araştırma yapmışsan; neyin niye olduğunu kavramışsan; o işin hikmetlerini çözmüşsen; imanın zayıfladığı noktada akıl sana destek olur.

Ama aklını kullanmadan sırf imanla gidiyorsan, o zaman tehlikedesin!... Çünkü iman daha önce de bahsettiğim gibi zaman zaman zayıflar...

Niye?..

Çünkü "iman nuru" denen şey Şİron yıldızının ruhaniyetindendir!..

Venüs`ün Jüpiter`in ve Şiron`un birbirleriyle yaptıkları bazı açılar sırasında ve bunların kişinin horoskopunda 9. evi ile yaptığı açılarla yaşamın belli devrelerinde, belli günlerinde iman artar, belli zamanlarda da zayıflar.

Onun için hiç bir zaman sen aynı imanı, aynı şevki, aynı arzuyu kendinde devamlı duyamazsın. Belli zamanlarda imanın artar, kuvvetlenir; belli zamanlarda zayıflar; işte bu yüzden, "iman ile yürü, ancak aklını da sakın elden bırakma", diyor.

Çünkü iman dediğimiz olay Şiron yıldızının tesiri iledir.

Âyeti kerimede,

"ONLARA YILDIZ OLARAK HİDÂYET EDERİZ"

denmektedir.. (Bu konuda geniş bilgi "Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitabımızda mevcuttur. A.Hulusi)

Yani, "o yıldızın ruhâniyeti ile biz ona tesir ederiz", deyişindeki ifade buradan kaynaklanıyor. Çünkü yıldızın tesiri zaman zaman artar, zaman zaman eksilir.

Meselâ şu anda (1993 Eylül) Şiron, Başak burcundadır. Toprak grubundan olan kişilerin hidâyet bulma sırası gelmiştir.

Bütün insanlara bu hidâyet olayı devir devir gelir. Önümüzdeki yaklaşık iki buçuk senelik bir sürede horoskopunda 9 ve 12. evini Şironun etkilediği kişiler büyük feyz alacaklardır. Onların devresi gelmiştir.

Buna karşın yeterli tesirleri alamayan grup eğer zamanında aklını kullanmışsa, o iman sürecini iyi değerlendirmiş ve güçlü temeli elde etmiş ise; gelen tesirlerdeki bu zayıflama ona fazla tesir etmez.

O, bu defa akıl gücü ile yoluna devam eder. Yani gündüz güneş vardı, kayboldu; gece ay çıktı!. Ayın ışığı ile devam eder, gider yoluna.iman nuru güneş gibidir; dolunayın ışığı da akıl gibi !.

Güneşin yani iman nurunun kaybolduğu yerde akıl gücü ile gidersin. iman o zaman vardı ama, belli şartlar sende o imanı zayıflattı. Akıl temeline de dayanmıyorsan, olayın tesiriyle ve yanlış fikirlerin etkisiyle imanı kaybetmek çok mümkündür.

İnsanın davranışlarına yön veren en önde gelen iki unsur "akıl" ve "duygular"dır...

Ne var ki "ŞEYTAN" lâkabıyla bilinen cinler için akıl ve duyguları etkileyerek kişiyi saptırmak çok kolaydır!.. Zira, bunların her ikisi de kolaylıkla "vehmin" hükmü altına giriverirler!..

Akıl, kesitsel algılama araçlarımız olan beş duyu verilerine dayanan bir biçimde şartlanma yollu verilere dayalı hükümler vererek kendine tayin ettiği hedefe doğru yürür...

Oysa aklın bu kanallardan elde ettiği veriler, genel veri potansiyeli içinde, okyanusta bir damla oranında bile değildir!..

Eldeki tüm verileri en mükemmel bir biçimde değerlendiren süper bir akıl düşünelim... Ama dikkat ediniz!... "Eldeki tüm verileri" dedik...

Evet, bu akıl, bu verilere göre kendine bir rota çizdi... Sonra, bunların dışında öyle verilerle karşılaştı ki, belki de kendisine tayin ettiği rotanın tam yüzseksen derece zıddını tercih etmek zorunda kaldı!..

Nitekim, nice çok akıllı, okumuş, dalında büyük uzman olmuş kişiler görürüz ki, bunlar bir anda hem de ileri yaşlarda, büyük birikimlerine rağmen o güne kadar yaşadıklarının tam aksine bir hayatın içine dalarlar...

Zira, akıl, eline geçen verilere göre, bir mantık kullanarak kendine yol bulur...

Oysa "ölüm"le başlayan sonsuz yaşam ise, aklın hiç bir zaman elde edemeyeceği veriler ihtiva eder... Aklın veri tabanını oluşturan beş duyunun yani kesitsel algılama araçlarının bu sahada bir şeyler elde etmesi olanaksızdır!..

Aklın ölümötesi yaşam konusunda kendisine yön verebilmesi belki şu donelerden hareketle bir dereceye kadar mümkün olabilir..

"Var olan hiç bir şey yok olmaz; yoktan da hiç bir şey var olmaz!.." prensibi bir gerçek olduğuna göre... Benim de bedenin tüm değişimlerine rağmen bunlardan etkilenmeyen bir "BİLİNCİM" olduğuna göre... Demek ki, bedenim ne tür değişimlere tabi olursa olsun, "BİLİNCİM ASLA YOK OLMAYACAKTIR"!... Bu da insanın ölümsüzlüğü, demek olur!.."

İşte bu yoldan akıl, ilim sayesinde bir dereceye kadar ölüm ertesinde de yaşamaya devam edeceğini kavrayabilir...

Ya sonrası?

Kişi ölümötesine dair Nebi ve Rasûllerin verdikleri sayısız bilgiler hakkında nasıl malûmat toplayacak beş duyu ile?...

İşte bu sebepten dolayı dinin esası "iman" nuruna dayanır!.

"İman" nuru olmayan kişi ne kadar akıllı olursa olsun hidâyete eremez.Yani Şironun güçlü tesirlerinden nasip almamışsa, Uranüsün üstün akıl özelliklerine sahiptir, fakat felsefeci kafası vardır.

Maddi değerlerden arınmış, maddeötesi değerlerle meşguldür; ancak felsefede kalmıştır. Buna eskiler işte iman nurundan mahrum kaldığı için felsefecidir derler... Söz doğrudur.

Burada hazır söz felsefeden açılmışken, aynı konularla ilgilenen iki ayrı yoldan ve aralarındaki çok önemli farktan söz etmeden geçemeyeceğiz... * * *

Tasavvuf ve Felsefe

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

TASAVVUF VE FELSEFE

Nedir birbirinden farkları?...

Tasavvuf dinin temelindeki düşünsel tabandır!. Dolayısıyla biz bu olaya daha geniş kapsamlı olarak "Din ve Felsefe" diye yaklaşalım isterseniz..

Din ile felsefe arasındaki en önemli fark şudur:

Felsefe, görülenden yola çıkarak, varlığın , yaşamın, yaşam içinde insanın yerinin ve davranış kökeninin tesbit edilebilmesi çalışmalarını yapar.. Bilgiye, görgüye, kültüre, ilme dayanır yani zahirde mevcut beş duyuyla algılanan donelere dayanır.

Din ise görülmeyenden yola çıkarak, görülmeyenin verilerine dayanarak görülenlerin deşifre edilmesi sistemine dayanır. Zira dini vahiy esasına dayanarak bildiren peygamberdir.

Allah Rasûlü normal göz ile, beş duyu ile algılanamayan bir biçimde algıladıklarını esas alarak, onlara dayalı bir biçimde görülenleri deşifre edip değerlendirme sistemini getirmiştir. Bu ikisi arasında uçurum vardır; çünkü gördüklerin, göremediklerin yanında nedir?.. bir hiç!. Sonsuzda bir hiç!.

Bu yüzdendir ki felsefe her halükârda yanılmaya mahkûmdur.

Gördüğüne göre bir sonuç çıkaracak; ama göremediği bir başka esasın yanında o sonuç değerini yitirecek hiç olacak..

Buna karşılık din görülmeyen gerçekleri de esas alan bir biçimde varlığı değerlendirme yoluna gidecek; bunun neticesinde gerçek değerler idrak edilebilecektir. Onun içindir ki felsefe eldeki mevcut bilgilere dayalı bir sistemdir; değerleri de ele geçenlere GÖREdir; yani izâfidir!

Din (sistem) ise başlangıça kolaylıkla kavranamıyacağı için, imana dayalı bir sistemdir... Ama yanlış anlamayalım, din imana dayalı bir sistemdir derken, burada imanla iş biter anlamında kilitlenmeyelim!

İmandan gaye ameldir!.

Bir şeyler yapmaktır!... Bir şeyler yapmak için de önce onun yapılmasına iman etmek lazımdır.

İman etmek görülmeyene olur; görülen şeye iman olmaz!.. Gördüğün bir şey için, iman ediyor musun, denmez.. Zaten onu görüyorsun, bu yüzden burada iman söz konusu olamaz..

İman görülmeyene olur.. Görülmeyene iman etmek suretiyle, o görülmeyenin yapısal özelliklerine, yapısına, tarzına, sistemine, şekline göre gerektiği gibi fiiller ortaya konulur. Yani, görülemeyen gerçeklere dayalı bir şekilde çalışmalar yaparak, varlığın sırrına, aslına, orijinine ermektir din..

Felsefe ise eldeki mevcut doneleri değerlendirmek suretiyle varlığın yapısını ve sistemini çözmeye çalışmayı ve bunların içinde insanın yerini tesbit etmeyi hedef almıştır.

Felsefe ile din arasındaki farkın muazzamlığı apaçık ortada değil mi?..

Beş milyon veya beş milyar ile sonsuz arasındaki fark ne ise; felsefe ile din arasındaki farkta budur işte !...

Felsefede çeşitli bilgileri alıp değerlendirmek suretiyle belli bir dünya görüşüne sahip olabilir; bununla beraber dilediğin gibi yaşayabilirsin...

Buna karşılık dinde ise, bir takım çalışmalar yapma zorunluluğu söz konusudur; bu zorunluluğu ise idrakın veya imanın oluşturur.

Çünkü, Din sana diyor ki...

Gelecekte senin için şöyle şöyle bir yaşam söz konusu...

Bu yaşamın üzüntü ve sıkıntılarından kurtulmak; güzelliklerini yaşamak istiyorsan, bunun için şu tarz çalışmalar ve davranışlar ortaya koymak zorundasın!. Aksi takdirde o hedefe ulaşabilmen mümkün değildir!.

Evet, Din bunu söylüyor!.

Öyle ise dinde esas mesele, "iman" edilen konularda yapılması gereken çalışmalardır... Yani, imandan öte, esas olay, inancın sonucu olan ameldir, yani fiillerdir...

Zira, sadece "iman ettim" demek yeterli olmayıp; önemli olan, o imana dayalı hususlarda belli fiilleri ortaya koymaktır!. Âyet-i Kerime’de ne deniyor:

"İMAN EDİP, KURTULUŞA ERDİRECEK OLAN FİİLLERİ TATBİK EDERLER"

"İNSAN İÇİN KENDİ ÇALIŞMALARININ SONUCUNDAN BAŞKA BİRŞEY SÖZKONUSU DEĞİLDİR"

İnsan daima kendisinden çıkan fiillerin sonuçlarıyla karşılaşacaktır!.

Her aşamada yaptıklarının neticeleri, bir sonraki aşamada o kişi için otomatik olarak oluşmaktadır..

İşte, Ölümötesi yaşamda otomatik gelişmelerin olmasının sebebi de budur!... Yaptıklarının neticeleriyle karşılaşma olayı!...

Öyle ise, bir insan, hangi mertebede olursa olsun; neleri bilirse bilsin; neleri hissederse hissetsin; neleri yaşarsa yaşasın; yapması gerekli çalışmalar yönünden geri kalması halinde, gelecekteki güzelliklere de erişme yönünden geri kalacak demektir.

"Ben şu mertebeye geldim; ben şu idraka şu seviyeye geldim; ben şöyle kendimi hissediyorum; öyle ise artık benim namaz kılmama gerek yok; öyle ise benim oruç tutmama gerek yok; öyle ise benim bir takım çalışmalar yapmama gerek yok; zikir yapmama gerek yok!... Mademki benim varlığım ALLAH`ın varlığı; ben ALLAH`ı mı zikredeceğim, ben kendimi mi zikredeceğim; kimi zikredeceğim? Nedir bu olay?" gibi düşünceler tamamen şeytani-Cinni ilhamların neticesi olarak oluşur ve kişiyi ikileme düşürür.

Nasıl ki İblis, Adem`i cennet yaşamında iltibasa (ikileme) düşürdü; aynı şekilde dünyada da insana bu tür görüşler ilham ederek, onu belli çalışmaları yapmaktan geri bıraktırır!. Kişi yapılması gerekli çalışmalardan ne nisbette geri kaldıysa, o çalışmaların karşılığı olan hallerden ve ortamdan da geri kalır!..

Kesin kuraldır bu!...

Çünkü senden meydana gelmeyen çalışmanın neticesi de asla senin için geçerli olmayacaktır...

Ayağını bir adım ileri attınmı, bir adım ileri gidersin; iki adım ileri attınmı, iki adım ileri gidersin!. Çünkü ilâhi sistem, nizam, düzen, bu esas üzerine kurulmuştur.. * * *

Sünnet nedir

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"SÜNNET" NEDİR

"VELEN TECİDE Lİ SÜNNETALLAHİ TEBDİLÂ"...

"ALLAH`IN SÜNNETİNDE ASLA YENİLENME (değişiklik) OLMAZ"!...

Falanca için "SÜNNET" başka türlü, filanca için "SÜNNET" başka türlü, fişmekanca için "SÜNNET" başka türlü olmaz..

Herkes için geçerli tek bir "SÜNNET" vardır!... "ALLAH SÜNNETİ"!.

Şimdi burada üzerinde düşünmemiz gereken önemli bir konu daha var gibi geliyor bize...

"SÜNNET" deyince, sadece Hz. Rasûlullah aleyhisselâmın sakalını, bıyığını, entarisini, başına doladığı sargıyı, üzerine oturduğu hasır yaygıyı; ya da elle yemesini mi anlayacağız?... Ya da diğer bir ifade ile, sadece O`nun "ÂDETLERİNİ" mi anlayacağız?...

Bildiğimiz, inandığımız, kabul ettiğimiz kadarıyla; "Hz. Muhammed`in ahlâkı, ALLAH ahlâkı"dır!..

Yine, bildiğimiz, inandığımız, kabul ettiğimiz kadarıyla, "Hz. Muhammed`in sünneti de ALLAH SÜNNETİ"dir...

Hz. RASÛLULLAH`ın "SÜNNETİ", "ALLAH SÜNNETİ" ise; acaba "ALLAH" "SÜNNETİ" nedir ki, Rasûlullah "SÜNNETİ" de o ola?...

Ki bu arada yukarıda naklettiğimiz ayette, "ALLAH SÜNNETİNİN HİÇ BİR ZAMAN DEĞİŞMEDİĞİ" vurgulanmaktadır!..

Buna göre, hangi zamanda yaşanırsa yaşasın, yani ister bin küsur yıl önce ister beş bin yıl sonra, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın da hiç değişmiyecek "SÜNNETİ"dir bu!.

Yüzbin ya da onmilyon yıl önce de, sonra da "ALLAH SÜNNETİ" değişmediğine göre... Hz. Rasûlullah’ın "SÜNNETİ" de "ALLAH SÜNNETİ" olduğuna göre; hâlâ sadece, Allah Rasûlü’nün biçim, kıyafet ya da davranışlarını mı anlayacağız "SÜNNET" kelimesinden?...

Yoksa, "ALLAH"ın zaman üstü yaratış hüküm ve sisteminin Allah Rasûlü tarafından farkedilip; ALLAH sistem ve düzeninin zaman üstü değerlerinin benimseniş ve bize farkettirilmek istenişinden mi sözedebileceğiz?

Unutmayalım ki!...

Hatırlayalım ki!...

Ya da farkedelim ki!...

Allah Rasûlü bize "ALLAH"ı bildirmek, farkettirmek, kavratmak, hissettirmek ve sonuçlarını yaşattırmak için görevlendirilmiştir!

Allah Rasûlü’nün yaşadığı zaman ve ortam gereği zorunlu olarak ortaya koyduğu davranış ya da görünüşlerle "ALLAH"ı kayıt altına almak; bize "ALLAH"ı tanıma konusunda sayıya gelmez çok önemli gerçekleri kaybettirir...

Şunu çok net bir şekilde farkedelim ki !..

"ALLAH"ı tanıma babında gerekli olan tüm ipuçları Kur`ân-ı Kerim’de bize bildirilmiştir...

Ayrıca, Hazreti Rasûlullah aleyhisselâmın dahi tarafımızdan nasıl değerlendirilmesi icabettiği hususunda gerekli bütün işaretler gene Kur`an-ı Kerim tarafından bize açıklanmıştır...

Bütün bunların ışığında; biz Rasûlullah aleyhisselâmın da sahip olduğu Kur`an’da açıklanan "ALLAH"ın zamanüstü "AHLÂK" ve "SÜNNET" anlayışını hakkıyla anlıyamazsak; konuyu fevkalâde basit ve dar kapsamlı değerlendirme vartasına düşeriz!.. Ki bu değerlendirme yanlışının bize kaybettirdiklerini de bir daha hiç bir şey kazandıramaz!...

"ALLAH indinde din İslam`dır"..!

"ALLAH SÜNNETİNDE ASLA YENİLENME (değişme) OLMAZ"..!

Âyetleri dikkat ediniz, zamanüstü gerçeklere işaret buyurmaktadır!

Örf, âdet, zaman, mekânüstü "ALLAH" AHLÂKIYLA AHLÂKLANIN!." buyuran Rasûlullah aleyhisselâm, elbette ki "ALLAH ahlâkıyla ahlâklanmıştı!..

—"Benim sünnetimden yüzçeviren bizden değildir!...."

buyuran o yüce Zât, acaba "SÜNNET" kelimesiyle neye işaret etmişti?

Toplumlara, zamana, örf ve âdetlere GÖRE değişebilen değerlerden mi sözediyordu "SÜNNETİM" diyerek?...

Yoksa, "ALLAH AHLÂKIYLA AHLÂKLANMIŞ" bir kişi olarak, "ALLAH SÜNNETİNE" mi işaret ediyor; "ALLAH SÜNNETİ OLAN SÜNNETİMDEN YÜZÇEVİREN" mi demek istiyordu?.

"ALLAH", beşeri kavram ve değer yargılarından beri olduğuna göre, acaba zamanüstülükte, "SÜNNET" kavramını nasıl anlamamız gerekir... Ki bu "SÜNNET", zamanla hiç değişmemektedir!..

"ALLAH SÜNNETİ" acaba nedir?...

"ALLAH" isminin işaret ettiği kavramı bir düşünün ve ondan sonra da "O"nun "SÜNNETİ" ne olabilir lütfen bunu derinliğine bir biçimde iyi değerlendirin..

Yani, acaba zaman içinde değişebilen kavram ve değerler, bu "SÜNNET" kelimesinin işaret ettiği anlam ile bağdaşabilir mi?

Arif olan elbette bu işaretleri değerlendirir; diyerek konuyu daha fazla uzatmadan; geldiğimiz noktadan devam edelim...

Ya, "ALLAH"ın sistemine uyar, buna göre yaşar, neticesine erersin; ya da kendi sistemine göre yaşar, bunun da sonuçlarına katlanırsın!. Ancak bu takdirde de pişman olursan, bil ki pişmanlık sana hiç bir şey kazandırmayacaktır!.

Bil ki "ALLAH" sisteminin dişlileri, "O"nun takdirine uygun bir biçimde sonsuz zaman öncesinde çalışmaya başlamıştır; ve sonsuza dek de aynı sistemle devam edegidecektir...

İşte bu yüzdendir ki, dini kabul eden bir insan belli bir noktaya geldikten sonra; —hele tasavvuftakiler— farkında olmadan felsefe sahasına kayma, düşme ve farkında olmadan tasavvuftan çıkma tehlikesi ile karşı karşıyadır.

Esas itibarıyle Cinlerin de yaptığı budur zaten!...

Cinlerin bütün gayesi insanı dinin getirdiği çalışmaları yapma alanından uzaklaştırmaktır!.

CİNLERİN SÜREKLİ İNSANLARLA UĞRAŞMASININ SEBEBİ NEDİR?...

CİNLER NİÇİN İNSANLARA DÜŞMANDIR?...

NİÇİN KUR`ÂN’A GÖRE CİNLER, İNSANLARIN EKSERİYETİNİ YÖNETİMLERİ ALTINA ALMIŞLARDIR?...

CİNLERİN BÜYÜK BİR KISMI NİÇİN "ŞEYTAN" DİYE TANIMLANMIŞTIR?...

Şimdi önce, Kur`ân-ı Kerim’in bu konuyu nasıl açıkladığına bakalım... * * *

Şeytan Cinler niçin insana düşmandır

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"ŞEYTAN" CİNLER NİÇİN INSANA DÜŞMANDIR

"SİZİ YARATTIK VE ŞEKİLLENDİRDİK (ÖZELLİKLERLE BEZEDİK) SONRA DA MELEKLERE;

-SECDE EDİN ADEM’E!... DEDİK.

SECDE ETTİLER; SADECEiBLİS ETMEDİ..." (7-11)

"İBLİS SECDE ETMEDİ ÇÜNKÜ CİN SINIFINDANDI!.." (18-50)

"YANLIZCAiBLİS (secde etmedi); BÜYÜKLENDİ VE KAFİRLERDEN (gerçeği örtenlerden) OLDU!.." (38-74)

"SORDU:

-SANA EMRETTİĞİMDE SECDE ETMENE NE ENGEL OLDU?....

DEDİ Kİ:

-BEN ONDAN HAYIRLIYIM!.. BENİ ATEŞTEN (dalga-wave) kökenli olarak), ONUiSE ÇAMURDAN (moleküler kökenli) YARATTIN!..

BUYURDU:

-ORADAN iN!... KENDİNİ BÜYÜK GÖRMEK ORADA YAKIŞMAZ!.. ÇIK GİT; ÇÜNKÜ SEN KÜÇÜLENLERDENSİN!.." (8-12/13)

"LA`NETİM ÜZERİNEDİR DİN GÜNÜNE KADAR!..." (38-78)

"DEDİ Kİ:

-HİÇ OLMAZSA BA`S GÜNÜNE KADAR BANA MÜHLET VER..?" (8-14)

"BUYURDU:

-BANA YOLUMU ŞAŞIRTMANA KARŞILIK, AND İÇERİM Kİ BEN DE ONLARIN DOĞRU YOLLARI ÜZERİNE OTURACAĞIM (böylelikle yollarını kesip saptıracağım)...

ÖNLERİNDEN, ARKALARINDAN, SAĞLARINDAN, SOLLARINDAN ONLARA YAKLAŞACAĞIM... ONLARDAN ÇOĞUNU ŞÜKREDER BULMAYACAKSIN!..." (7-17)

"(iblis dedi) İZZETİN ADINA YEMİN EDERİM Kİ BÜTÜN KULLARINA YOLLARINI ŞAŞIRTACAĞIM; iHLASLI KULLARIN HARİÇ OLMAK ÜZERE.."(38-82/83)

"ALLAH ONA LA`NET ETTİ..

O DA DEDİ Kİ:

-KULLARINDAN BELLİ BİR KISMINI ALACAĞIM!...

ONLARI MUTLAKA ŞAŞIRTIP SAPTIRACAĞIM; BOŞ UMUTLARA, VARSAYIMLARA BOĞACAĞIM!... ONLARI DAVARLARIN KULAKLARINI YARMAYA TEŞVİK EDİP, YARATILIŞLARINDA OLANI DEĞİŞTİRTECEĞİM!..

KİM ŞEYTANI VELİ, HÂMİ, DOST EDİNİRSE, O KESİNLİKLE ZARARA GİRER!.."

ŞEYTAN ONLARI BOŞ VAADLERLE HIRS SAHİBİ YAPAR; ONUN BÜTÜN VAADLERİ HEP ONLARI ALDATMAK İÇİNDİR!.. (4-118/120)

"EY ADEMOĞULLARI, BEN SİZE YEMİN VERMEDİM Mİ, ŞEYTANA KULLUK ETMEYİN O SİZİN KESİNLİKLE APAÇIK DÜŞMANINIZDIR; DİYE...

ANDOLSUN Kİ, O, SİZDEN NİCE NİCE NESİLLERİ BAŞTAN ÇIKARDI; SİZDE BUNU FARKEDECEK AKIL YOK MU?..." (36/60-62)

"DOĞRUSU iMAN EDENLER VE RABLARINA GÜVENENLER ÜZERİNDE ONUN TASARRUFU YOKTUR!..

ONUN TASARRUFU ANCAK KENDİSİNİ DOST KABUL EDİP BÖYLECE ŞİRK İÇİNDE OLANLARADIR!..." (16-99/100)

"ŞEYTANİ CİNLER ONLARI GAFLETE DÜŞÜRÜP "ALLAH" ZİKRİNDEN ALAKOYMUŞTUR!.. CİNLERİN TOPLULUĞUNA KATILMIŞLARDIR ONLAR !...

ŞEYTANİ CİNLERLE İLİŞKİDE OLANLAR HÜSRANA UĞRAMIŞLARDIR !.." (5819)

Evet, en büyük önderleri "İblis" lâkaplı, "şeytâniyet" vasıflı, "AZAZİL" isimli Cinin, ALLAH`a karşı;

"Tüm insanları saptırma"

sözüne uymak amacıyla;islamı ve Hz. Muhammedi kabul etmeyen cinlerin en büyük gayesi ve zevki, insanları aldatıp iman esaslarından saptırmaktır!..

Yukarıda meâlen anlamlarını vermeye çalıştığımız âyetlerden çıkan bazı önemli noktalar üzerinde duralım biraz...

İnsan yaratılmadan önce yeryüzünde "cinler" denilen dalga(wave) bedenli tür yaşamaktaydı...

Bu cinlerin o devirdeki önderi de "AZAZİL" adıyla bilinen bir "CİN" idi...

"ALLAH" kudretiyle, "insan" denen varlık moleküler yapıdan oluşan bedenle dünya üzerinde meydana geldiği zaman, melekler onun hangi üstün meziyetlere sahip olduğunu farkedemediler...

Ne var ki "insan" hakikati itibariyle "NEFS"in "sâfiye" halinde yaşanacak "ALLAH" yakînine istidatlı varlıktı; ve bu yüzden de "HALİFE" olmak şerefi üzere fıtratlanmıştı! ..

"AZAZİL" denen, surete bürünmüş yeryüzü meleklerini de algılayan "mülhime nefs" mertebesinde olan cin; daha sonra vahiy yollu insanın özündeki yüceliğe secde eden meleklere uymadı ve secde etmedi!...

Bunun esas sebebi de meleklere vahyolan hakikatin kendisine vahyolmamasıydı!...

"Azazil" esas itibariyle, tasavvuftaki "MÜLHİME NEFS" mertebesinin irfanına; yani "ilm-el yakîn" mertebesinde "TEK"lik bilgisine sahipti!... Bu yüzden de diğer bütün cinlerin önderi durumundaydı!...

Nitekim, (7-16)daki âyette işaret edildiği üzere, yaptığı yanlışın; yani "İBLİS" ismini almasına yolaçan içine düştüğü iltibasın (ikilemin) ALLAH tarafından kendinde meydana getirildiğini itiraf etmekteydi..

Bu arada, içine düştüğü ikilemde yanlışı seçmesi yüzünden "İblis" adını alıyordu..

İşte iblis`in, bu olay sırasında, yapısında bulunup da o ana kadar ortaya çıkmamış olan "ŞEYTÂNİYET" vasfı açığa çıkmakta; bu yüzden de bütün insanları kendi durumuna düşürme gayesini hedef edinmektedir...

İblis`in bu özelliğini ortaya çıkarma kararı, artık hem kendisinin hem de onun önderliğini kabul eden tüm cin nesillerinin "ŞEYTAN" diye anılmasına; ve bu lâkapla çağrılmalarına vesile olmuştur..

Bütün bunların sonucudur ki, Kur`ân’ı ve Hz. Muhammed`in getirdiklerini ya tamamiyle, ya da bir kısmıyle reddeden tüm cinler, en büyük amac olarak insanları "İMANDAN SAPTIRMAYI" kabullenmişlerdir...

"Buyurdu:

-BİRBİRİNİZE DÜŞMAN OLARAK İNİN !...." (7-24)

âyetinin yorumunda, en büyük yorumculardan Fahreddin Razi şöyle der:

"Adı geçenler: Adem, eşi ve iblis`tir.. `İniniz` sözü, bu üçünü de kapsar..

`Birbirinize düşmansınız` sözü, CİNLERLE İNSANLAR arasında düşmanlığın kökleştiğini, bunun hiç kalkmıyacağını ifade eder."

Gelelim bu âyetlerdeki işaretlerden bazı anladıklarımıza:

"ORADAN iN" diye işaret edilen mahâl "MÜLHİME NEFS" mertebesidir!...

Çünkü "mülhime nefs" mertebesi "TEK"liği biliş mertebesi; yani "ilm-el yakîn" halidir; ki, orada birimsel "BEN"liğe, yani "tekebbür"e, yani büyüklenmeğe asla yer yoktur!...

Çünkü "TEK"lik anlayışında birimsel mânâda "ben"liğe yer yoktur... Bu anlayış bir alt basamak olan "levvame" mertebesinde olabilir...

"Mülhime nefs"(1) ilhamlarının idrakında tüm varlık "TEK"tir, ve dolayısıyla secde edilen varlık da "TEK"tir!...

Şayet secdeden kaçınırsan, Adem`e değil, "TEK"e secdeden kaçınmış olursun!... O takdirde de orada, yani "mülhime nefs" mertebesinde kalamazsın!. ALLAH`tan ayrı varlıklar görme mertebeleri olan "levvame" veya "emmare" basamaklarına inmen icabeder!.

(1) "Mülhime Nefs"in ne olduğunu tasavvufa yakınlığı olmayanlar pek bilemez... Bu nedenle, kısa bir şekilde bunu anlatmaya çalışayım...

Kendini beden kabul eden insan tamamiyle bedene ait tatmin ve zevkler doğrultusunda yaşar ki, bilinç bu düzeydeki düşünceleri itibariyle "emmare nefs" adını alır...

Bilinç, kendinin beden olmayıp, bedenden sonra da yaşamı devam edecek madde ötesi bir varlık olduğunu farkettiği zaman; gerek kendi özünü, hakikatını tanıma yolundan alıkoyan davranışları, günahları, gerekse de düşünceleri dolayısıyla pişmanlıklar içine girer; yani arapçasıyla kendisine "levm" eder... Bu yüzden de "levvame nefs" adını alır... Bu anlayış içinde olan kişiye, abid, zahid, derviş gibi isimler verilir...

Bu pişmanlığın sonucunda kendi hakikatını araştıran bilinç, yaptığı çalışmalar ve aldığı ilhamlarla da farkeder ki, evrende varolan her şeyin aslı ve hakikatı "TEK"tir!.. Her şeyi vareden varlık her şeyiyle "TEK"tir ve "O"ndan gayrı da mevcut değildir!.

Öyle ise yine farkeder ki, "ben" dediği zaman işaret ettiği varlık eskiden beri zannedegeldiği kendisi değil, herşeyin hakikatı olan "O"dur!...

NEFS, bu noktadan çıkışla ve aldığı ilhamlarla, çok değişik tesbitlere erer ki; ilhamlar alan anlamına "mülhime nefs" diye isimlenir... Bu kişiye de "arif" denilir..

"NEFS" mertebelerini bu güne kadar hiç anlatılmadık yönüyle "NEFS" isimli 90 dakikalık ses kasetinde açıklamaktayız... Arzu edenler detayları oradan dinleyebilirler... Ayrıca "KENDİNİ TANI" isimli kitapta da bu konuya çok geniş yer verdik, Allah takdir etmişse...

Evet, "Büyüklenmekle", kişi o mertebeden, "nefsi emmare" düzeyine "inme" durumuna girer; ki bu da mecazi ifadeyle "ALLAH`TAN UZAKLAŞMAK"; yani "ALLAH`ın la`netine uğramak" demektir!

"LA`NET", ALLAH`tan ayrı düşme, yani reddedilmiş olma; yani "emmare nefs" haliyle yaşama düzeyidir!...

"Mühlet isteme", "mülhime nefs" ilmiyle yaşayarak bu ilmin marifetiyle insanlar üzerinde tasarruf etme gücünün muhafazasıdır!..

Cinlerin, "mülhime nefs" irfanından ileri gelen tasarruf gücüne karşı, insanın savunma silahı ya "İMAN"dır; ya da "mülhime"nin bir üstü olan "mutmainne nefs" durumundaki "İKAN" halidir!...

CİNLERDEN VE BU YOLLA YAPILAN BÜYÜLERDEN KORUNMAYI SAĞLAYAN, RABBİNE GÜVENENLERE TAVSİYE EDİLEN, KUR`ÂN-I KERİM’DEKİ DUA iSE AŞAĞIDA VERİLMİŞTİR:

KORUNMA DUASI

Rabbî inniy messeniyeş şeytânu binusbin ve azâb; Rabbi eûzü bike min hemezâtiş şeyâtıyni ve eûzü bike rabbi en yahdurun.Ve hıfzan min külli şeytanin marid. (Sad:41, Mü’minun 97/98, Saffat:7)

"CİNLERİN", Ruhçulara verdikleri tebliğler; uzaycılara verdikleri tebliğler; Anadolu`da "ben evliyayım" diyerek insanların karşısına çıkıp verdikleri tebliğler; "biz falanca büyük zatız, seni yetiştirmek ve insanlara faydalı olmak için sana yardımcı olmaya karar verdik" gibisinden verilen söyleşiler hep aynıdır...

Amaç, insanları "İMAN ESASLARINDAN", din esaslarından, din hükümlerinden saptırmak; ibadetten, dinin getirdiği çalışmalardan uzaklaştırmak!..

"İMAN"ın iki mertebesi vardır:

TAKLİT yollu İMAN...

İDRAK (tahkik) yollu İMAN..

"Levvame nefs", yani nefs mertebelerinin ikincisindeki İMAN, taklit yolludur ki; bu düzeydeki kişiyi, cinler, kendisine zarar verecek fiillere sürüklemek; ve "ALLAH"ı kimi işlere karışıp kimi işlere karışmayan bir gök tanrısı gibi kabul ettirmek yoluyla saptırmaya çalışırlar...

Âbid ya da zâhid, veya derviş diye isimlenen bu düzeydekiler için akla hayâle gelmeyecek oyunları vardır cinlerin; ki bunlar saymakla bitmez.. Bu konuyla ilgili eserlerde bu oyunlar sıralanmıştır...

"Mülhime nefs" yani nefs mertebelerinin üçüncü basamağı olan ilhama dayalı olan "İMAN" sonucu oluşan idrak ise kişiyi varlığın "hakikatına dair mârifete" götürür... Ki bu yüzden de bu kişiye "ÂRİF" ismi verilir!...

Cinlerin, "ârif"leri kandırmaları ise, "varlıklarının "Hak" olması sebebiyle hiç bir ibadet ve taate ihtiyaçları olmayacağı, ne yaparlarsa yapsınlar cehennemin onları yakmayacağı" yolundaki telkinlere dayanır!.. Ancak burada farkedilemeyen son derece önemli bir husus vardır:

Her boyutun kuralı kendine hastır; bir boyutun kuralı diğer bir boyutta geçmez!...

Yani, zât boyutunun, veya esmâ boyutunun gerçeği, efal boyutunun kurallarını ortadan kaldırmaz, veya geçersiz kılmaz!..

Bu sebebledir ki... Yeterli çalışmayı yaparak gerekli enerjiyi ya da nuru toplamayan kişi, hakikatı itibariyle "HAK"da olsa, cehennem ortamına gittiği zaman yanar!... Tıpkı bugün, hakikatı "HAK" olan kağıdın, hakikatı "HAK" olan ateşte yanması gibi!...

Tasavvufta, tarikatta öğretilen bilgiler; hakikatte öğretilen bilgiler; mârifete dair bilgiler; bunların hepsi de doğrudur!... Ama bunların hepsi de, bilinç boyutunda, şuur boyutunda geçerlidir!.

"Ârif"in şayet bu basamaklardan geçmiş bir yetiştiricisi yoksa, buradayken rahatlıkla "mülhime mârifetine sahip cinin" yoldan çıkartıcı telkinlerine kapılarak, "Mülhime nefs" mertebesine gelmişken yeniden "emmare nefs" düzeyine düşer!..

Taklidi iman yani "levvame nefs" düzeyinde olanları cinler "mülhime"nin "marifetinden" mahrum bıraktırmak için "B" sırrından perdelerler... Bunun için de her türlü saptırıcı fikri ilham ederler...

İnsanın kendindeki üstün özellikleri keşfetmesi; ancak "ALLAH" varlığıyla mevcut olduğunu" anlamasından ve özündeki "ALLAH"ı keşfetmesinden geçer!...

ŞEYTAN denen cinler ise, insanı özündeki "ALLAH"ı keşfetmekten perdelerler; ve insanın kendini madde bedenden ibaret bir varlık olarak, bir hayvan türü olarak kabullendirmeye çalışırlar...

"ŞEYTAN" lâkabıyla bilinen cin neslinin insana verdiği en büyük zarar, onu ÖZÜNDEKİ "ALLAH"ı keşfetmekten alakoymak; ve bu yolda ona ulaşan bilgilere karşı perdelemektir!

Şunu kesinlikle bilelim ki, fiiler sahasında, davranışların ve yapıların kuralları, kanunları geçerlidir.

Nasıl ki yeterli gıda almadığın zaman, vücudun enerjisiz kalırsa; aynı şekilde, namaz zikir, oruç gibi çalışmalar yapılmadığı zaman da ruh yani dalga(wave) beden enerjisiz kalır!... Bu bedenin kanunudur!...

Beden kanunu, deyince yalnızca şu andaki madde biyolojik bedeni algılamayın...ister madde, ister maddeötesi dalga(wave)-ruh beden!.

Yani senin, her halukarda bir madde beden yapın var!..ister bu dünyada ister bunun ötesinde...

Bugün için beş duyuna GÖRE, sadece bu bedenine "madde" diyoruz ama; yarın o dalga(wave) ortama geçince, "o dalga(wave) bedenine de madde beden" diyeceksin!...

Zira o ortamın şartlarına ve algılama organlarına göre, o beden de yine "bir tür madde" bedendir.

Dolayısıyle, senin madde bedenin sonsuza kadar ortadan kalkmaz!.

Bu yüzdendir ki, madde bedenle yapman gereken çalışmaları, şu andan, ölüm gerçekleşene kadar, yapmak zorundasın!.

Ne zaman beyin ortadan kalkar bu ölüm denen olayla birlikte, ondan sonra zaten bu çalışmalar da biter; böylece ruha yeni enerji ve ilim yükleme olayıda sona erer.. Ruh artık, o güne kadar yüklenmişiyle başbaşa kalır.

Burada çok önemli bir nokta var... Dikkat edin!..

Eğer hakikat bilincini taşıyan madde bedenin, o bilinci taşıyacak dalga(wave) bedeni, yani ruh gücünü dünyadayken elde edememişse; vay haline!.

Zira ruh bedenin, bu enerjiden yoksun kaldığı için, güçsüz bir hal ile son derece güçlü bambaşka varlıkların ortamına gidecektir!.

Yani, şu anda sen hakikat bilincini ruhuna yükledin ama maddi çalışmalar yapmadın, namaz, oruç, zikir, hac gibi... Dolayısıyla da bunların sağlayacağı enerjiden de mahrum kaldın!...

O ortamdaki şartlar içinde, mevcut olan yüklenmiş tüm bilgiler, kendini tüketip gidecektir; çünkü o ilmi değerlendirecek yeterli enerjin yok!... Hakikate dair bildiğin bilgilerin hepsi de, güneşin altındaki buzdan heykelin yavaş yavaş eriyip buhar olması gibi eriyip buhar olacaktır... Sana öbür tarafta bir yararı olmayacaktır.

CİNLERİN de sahip oldukları "mülhime irfanı"; aynen "mülhime"den "emmare"ye dönmüş kişilerin hakikate dair irfanının bir süre sonra kayboluşu gibi, cehennem ortamında yok olup gidecektir...

İşte bunun basit misâli...

Şu anda hakikate dair bilgilere sahipsin, ama giriyorsun öyle bir toplumun içine ki, kavga gürültü, üstünde yoğun baskılar; ve o fiiller devamlı sürüp gidiyor... Derken yavaş yavaş sendeki o hakikat bilinci, azalıp hafifliyor; ve nihayet o ortama kendini kaptırıp; oranın bir bireyi gibi davranışlar ortaya koymaya başlıyorsun!.

İşte aynı şekilde, öbür dünyada, yani ikinci bedenle yaşamda, eğer bu hakikat bilincini taşıyabilecek düzeyde bir enerji potansiyeline sahip değilse ruh bedenin; içine gideceği ortamda ister istemez karşılaşacağı şartlar altında, o hakikat bilgisi yavaş yavaş kaybolup silinecek; neticede, azap verecek olan bir ortamın yaşamı seni kuşatacaktır.

İşin bu yanlarına, yani mârifetullaha dayanan bu sırlarına vakıf olmayan gerek tarikat ve gerekse hakikat ehli olduklarını kabullenen kişiler; o hissettikleri halin veya saptırıcı fikirler ilham eden cinnin etkisi altında, yapılması zorunlu çalışmaları ihmal ederler.

İşte bu ihmal, onların öbür tarafta pek çok şeyleri yitirmelerine; ve bildiklerinin gereğini yaşayamamalarına yol açar, ruhlarındaki güç yetersizliği dolayısıyla!.işte işin bütün püf noktası buradadır.

İşte ister Hz. Rasûlullah olsun; ister Muhyiddin A`rabi olsun, ister Abdulkadir Geylâni olsun; üst düzey marifete ermiş kim olursa olsun, çalışmalarına devam etmelerinin kökeninde bu sır yatar.

Hakikati bilmenin getirdiği sarhoşluk ya da cinlerin bilincine yolladığı saptırıcı fikirler, mesajlar eğer seni bir takım çalışmaları yapmaktan alakoyuyorsa, bu hakikat bilgisi senin için yaralı değil zararlı oluyordur!.

Peki "HAKİKAT" ilmini terkedelim mi?

Kesinlikle hayır!..

O ilmi değerlendirmezsek pek çok şeyden mahrum kalırız!. O ilme sakın uzak kalmayalım!.

Evet dostum, "HAKİKAT" ilmini mutlaka değerlendir!... O ilmin halini şuur boyutunda muhafaza et; ama beden boyutunda da, nasıl yemenin, içmenin, giyinmenin, soğuğa-sıcağa tedbir almanın hakkını veriyorsan; aynı şekilde bedenen yapılması gereken "ibadetlerin" de hakkını vermek zorundasın!...

Kim ki bu dediklerimin aksini söylerse, o hal lisânı ile "henüz benim mârifet konusunda ilmim yoktur" diyerek kendini târif etmektedir...

Evet bütün bunlardan sonra herhalde farkettik ki, görünenlere dayanarak, eldeki verilere GÖRE çözüm arayan felsefe, hiç bir zaman, görülemeyen gerçekleri esas alan dine, tasavvufa alternatif olamaz!..

Öyle ise şimdi geldik Dini değerlendirebilmek için gerekli olan "iman nuru"nun kişide ne şekilde oluştuğuna; yani "hidâyet" haline...

Bu konuyu şimdiye kadar hiç açıklanmamış hâliyle "Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitabımızda tüm detaylarıyla yazdıysak da, gene de, konuyla ilgisi sebebiyle burada bir miktar anlatalım...

O "iman" nuru denen "iman"ı Güneş sisteminin son yıllarda keşfedilen gezegenlerinden Şiron`un yansıttığı etkiler meydana getirir.

Üstün aklı ise Uranüs meydana getirir. Uranüs`ün getirdiği feyz eğer Şiron`un da nuruyla desteklenmişse, o kişi velâyet mertebelerinde yüksek derecelere gider. Bunlara ilâveten Plüton`un da uygun açıyla kişinin din evinde yer alması ise "müceddid"lik görevine imkan sağlar...

Şiron`un 120. gündeki tesirleri saidlik - şakilik olayında güçlü rol oynar!

Hani "bir melek gelir said mi, şaki mi olduğunu yazar" diye Rasûlullah Aleyhisselâm’ın tarif ettiği olay Şiron`un 120. gündeki diğer gezegenlerle açılarından doğan tesirdir.

Ondan sonra Şiron`un 9. aydaki tesiri kişinin mâneviyata olan istidadını verir.

Şiron`un yükselen burçtaki, doğduğu dakikadaki tesiri de kişinin kabiliyetini meydana getirir... Elbette burada mâneviyata dönük kabiliyetten söz ediyoruz.

Said-şaki noktası 120. günde belirlenir...

İstidat 7. ve 9. ay arasında aldığı tesirlerle oluşur...

Doğduğu anda aldığı tesirler de kabiliyeti meydana getirir.

Bir kimsenin kabiliyeti vardır, istidadı olmayabilir..

İstidadı vardır, kâbiliyeti yoktur.

Kabiliyeti ve istidadı yoktur; fakat said olarak meydana gelmiştir...ilk tesiri almıştır... En ufak yaptığı hasene sevap olarak yazılır... Cennete gider!. Ancak hangi sınıftan olarak cennete gider?...

"Cennet ehlinin çoğunluğu bühldür" der Hz Muhammed Aleyhisselâm... Yani çoğunluğu ahmak veya saf kişilerdir cennet ehlinin!. Hiç bir şeyi bilmez, anlamaz, kavrayamaz!... Ama, yap, dendiği için bir takım şeyleri yapar ve cennete gider!.

İşte demek ki üzerinde duracağımız önemli nokta; aklın yerini iyi tâyin etmektir.

İman noktasına gelene kadar akıl gereklidir.

Aklın kavramakta zorluk çektiği konularda iman noktasına gelinmiş demektir ki, burada aklı zorlamayıp, imanın gereğini yapmak gereklidir.

İman noktasını geçtikten sonra, gene aklı kullanmak gerekir.

Burası çok önemli bir noktadır!...

Yani; imanın gerekeceği noktaya kadar, aklı kullanıp, ilerliyebileceğin kadar akılla yürüyecek ve iman noktasına ulaşacaksın... Burada aklın yapısı dolayısıyla yetersizliğini kavradığın için de "İMAN"a gerek olduğunu farkedecek ve iman kapısından içeri gireceksin!.

İman noktası sende açıldığı zaman, imanın neden, niye ve nasıl olduğunu idrak ettiğin zaman; aklının hikmetini kavrayamadığı bir takım teklifler sana ulaştığı zaman ise, aklını fikrini durdurup; imanının gerektirdiği bir biçimde o fiili ortaya koyacaksın!.

İmana dayalı bir biçimde gerekli çalışmaları yaptıktan sonra, gene aklını kullanıp, o imana dayanan olayın hikmetini kavramaya çalışacaksın!. O olayın da hikmetini kavradınmı, artık imanla akıl kenetlenmiş olur ki, onu cinnin ilhamı ya da vehim yıkamaz!.. Senin için sağlam bir kale meydana gelmiştir!.

İnsanı "ALLAH"`a "İMAN" noktasından engelleyen en büyük üç perde; Nefs, tabiat ve şartlanmalardır; dedik...

Şartlanmalardan ve tabiatttan kurtulabilmek felsefe yolu ile de mümkündür!.

Tasavvuf ise, iman nuruna dayanan bir tarzdaki çalışmalar bütünüdür.

Felsefe, daha önce de izah ettiğimiz gibi ise iman nurunu esas almaksızın, sırf akıl gücü ile yapılan çalışmalardır.

Bir kişi tasavvufa yani iman nurunu esas alan çalışmalara dayanmadan, kendindeki şartlanmaları ortadan kaldırabilr...

Şartlanmaları kaldırması, eğer iman nuruna dayanmıyorsa, tamamen beşeri zevk ve arzular istikametinde bir yaşam yolu oluşturur.

Bunun neticesi; "zındık" denen, "ALLAH" kavramını inkar ederek; kendini bir birimsel yapı kabul edip, tümüyle bedene dönük zevk ve arzular peşinde, hiç bir korkusu kalmaksızın yaşamayı doğurur.

Eğer ki; şartlanmalar perdesini kaldırmakla birlikte tabiat perdesini kaldırmışsa, ancak dikkat edelim bunu akıl yolu ile başarıyor; iman nuru yok!... O zaman bu kişide olağanüstü haller gözükebilir!... Onda gözüken bu olağanüstü haller, "istidraç" adını alır.

Eğer bu kişi, tabiat perdesini iman nuru ile kaldırmışsa o zaman ondan gözüken olağanüstü hallere "keramet" adı verilir... "ALLAH" ikramı anlamında!. Yani kişi bu halde iman nuru ile hareket ediyor... Akıl, iman nuru ile hareket ediyor!.

Birinci aşamada, şartlanmaları kaldırdı... Şartlanmaları kaldırarak, halka tabi olmak durumundan kendini kurtardı!...

İkinci aşamada, tabiat perdesini kaldırdı...ilâhi ikram denen özünden gelen birtakım hallere nâil oldu!... Keramet sahibi oldu!.

Ve üçüncü aşamada, nasib olursa eğer; o zaman "nefs" perdesi de kalkar, "ölmeden evvel ölmek" denen hal meydana gelir!. "Yakîne" erer!... "Yakîne" erdiği zaman, ondaki ubûdiyet hükmü kalkar. Hali, ubûdettir.

Ubûdet "ALLAH"`ın fiilinden ibarettir!.

Burada önemli bir nokta var.

İman nuru olmayan kişi, felsefe yolu ile kendisindeki şartlanmalar, adet perdesini ve de değer yargıları perdesiyle duygular perdesini kaldırabilir.

İman nuru ile hareket eden de bu iki perdeyi kaldırabilir. Fakat bunlardan sonraki ana perde olan "NEFS" perdesinin kalkması iman nuruna bağlıdır.

Eğer iman yoksa o kişide, şartlanmalar ve tabiat ve duygular perdelerini kaldırmasına rağmen; "nefs" perdesi onda kalkmaz!. "nefs" perdesinin onda kalkmayışının sebebi iman nurunun onda açığa çıkmamasıdır!..

"Nefs" perdesi kalkmadığı sürece kişi hakikata eremez, zahirde kalır.

İman nuru ile nefs perdesi kalkar!. Ancak, iman nuru da saadet hükmünü almış kişide meydana gelir.

Eğer 120. günde saadet hükmünü almamışsa, o kişide nefs perdesi kalkmaz!... Niye? Çünkü iman nuru yok!. İman nurunun varlığı kişide ana rahminde 120. günde saadet hükmünü, açılımını almasına bağlıdır. Onu almadıysa ne yaparsa yapsın bu mümkün olmaz!.

İşte Eflâtun`un cehennemde olmasının sebebi "ŞAKİ"olarak varoluşuydu!

Esasen, Eflatun âdet yani şartlanmalar ile tabiat perdesini kaldırmıştı. Eflatun`da istidraç denen haller de görülmüştü!.

Bir çok Budistlerde de bu perdeler kalkar!.. Fakat 120. günde saadet hükmünün sonuçlarını oluşturan anti-çekim dalgaları beyinde üretilerek ruha yani dalga(wave) bedene yüklenmediği için cennet boyutuna geçemezler...

Tabiat perdesinin kalkmaması yüzünden kişi "NEFS"ine ârif olamaz, kendini beden kabullenmekte devam eder...

Kendi kabul ettiği bedenine güç geldiği için de yapmakta zorunlu olduğu ibadet adı verilen çalışmaları yapmaz!. Bu yüzden deister istemez cehennemeden uzun bir sürede geçer...

Zira, iman nuru var olmadığı için, kendini cehennemden kurtaracak olan o nur, veya anti-çekim dalgalarından oluşan dalga(wave) enerji ruha yüklenmez!.. Ruha yüklenmeyince de ister istemez cehennem ortamında kalır; dışarıya çıkamaz!... İşin ilmine, hakikatına bilgi yollu vakıf oluş, kendini bu olaydan kurtaramaz.

Din konusunda yanlış anlaşılan bir nokta daha var...

Gelmiş geçmiş tek bir din vardır o da Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın yaşadığı devirde ilk defa bildirmiş olduğu İslâm`dır, değil!.. Bu yanlıştır!. Burada bir yanlış anlama söz konusu.

İsa Aleyhisselâm’ın, Musa Aleyhisselâm’ın, İbrahim Aleyhisselâm’ın devirlerinde tebliğ edilen din de "İslam"dır!.

Peki öyle ise İslam nedir?

Bu konuyu ileride değişik yanlarıyla ele alacağız; ancak şimdi de sırası gelmişken biraz inceliyelim..

İslam "ALLAH"a teslim olma sistemidir!.

Yani varlığın üzerinde mutlak mutasarrıf, hakim, yönetici, varlığın sahibi "ALLAH"tır; her şey O`na teslim olmuş olarak mevcuttur anlayışı!.

Bu anlayış hangi devirde kimden gelirse gelsin o tek gerçek dindir.

Yani, İslam diye günümüze özgü ya da Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın getirmiş olduğu bir dini anlamayalım.

KESİNLİKLE "ALLAH" iNDİNDE DİN İslâm"dır.

Yani, Din denen olayın aslı; varlığın Mâlikel Mülk olan "ALLAH"`ın hükmü, iradesi, kudreti, ve tasarrufu altında olduğu gerçeğinin farkedilmesidir...

Bu anlayışı getirmiştir Hz. İbrahim Aleyhisselâm, Hz Nuh Aleyhisselâm, Hz.İsa Aleyhisselâm, Hz Musa Aleyhisselâm... Hepsi de bu Dini, bu esası getirmiştir!.

Hepsi de demiştir ki;

"Bu dünya fanidir, geçicidir. Sahip olduğunuzu sandığınız her şey bu madde dünyasında kalacaktır.. Siz "ALLAH"`a ve ölümötesi yaşam boyutuna yalnız ve hiç bir şeyinizi götüremeden geçeceksiniz. Ona göre hazırlanın."

Bütün "ALLAH" Nebi ve Rasûllerinin dediği istisnasız budur!.

Bu yüzdendir ki İslâm Dini denen Din, bu "ALLAH"a teslim olma Dinidir; yani inancıdır; anlayışıdır!.

Biz "İslâm Dini" deyince, sadece Hz Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği "Din" zannediyoruz; ki bu yanlıştır!..

İşin ve Kur`ân ‘ın özüne vakıf olmayışımızdan ileri gelmektedir bu hata!. Bu konuya ileride "İslam" bölümünde tekrar geleceğiz...

İşte kişinin vehmi nefsinden kurtulması, nefs perdesini kaldırması ancak ve ancak iman yolu ile mümkündür.

Tabiat ve şartlanmalar perdelerinin kalkması akılla mümkündür. Ancak nefs perdesinin kalkması ancak ve ancak iman ile mümkündür.

Niçin?

Şimdi bu sualin cevabını iyi anlayalım... Çünkü burası çok iyi anlaşılmalı...

Akıl, şartlanmaların terkedilmesi gerektiğini kavrar ve idrak eder.

Mesela, ben sana derim ki; bu toplumda şöyle bir âdet var... Sen bu âdetlere değer veriyorsun; bunların kaydına giriyorsun; herkes böyle yapıyor diyorsun; ancak sen bu toplumdan çıkıpta falanca yerdeki bir topluluğun içine girersen, şu ana kadar edindiğin bu adet orada yanlıştır.

Orada daha değişik bir âdet vardır...

Orada öyle bir âdet olduğuna göre; eğer orada doğsaydın, doğru olarak onu kabul edecektin.

Demek ki tam olarak geçerli, kriter olan bir adet yok... Burada böyle, orada öyle...

Demek oluyor ki değer yargıları ve âdetler, yani şartlanmalar kesinlikle rölatif yani izâfi yani GÖRESELDİR!..

Dolayısıyla hiçbiri "mutlak doğru" değildir!.

Biri esas olmadığına göre, hiç biri esas değildir!. Öyle ise bunların hepsini bir yana koy.

Akıl yoluyla âdetlerin yani şartlanmaların hükmünden kendini kurtarmanı empoze edebilirim. Sen de idrak edebilirsin ve kendini adetlerin hükmünden, şartlanmalardan kurtarabilirsin. Akıl yolu ile bu mümkün.

İkincisi tabiatın hükmünden kurtulma olayıdır...

Tabiatın hükmünden kurtulmak için yine aklını kullanmanı tavsiye ederim...

Derim ki.. Bu madde beden.. Bu bedende şu organların şu çalışmaları nedeniyle şu fonksiyonlar vardır. Sen yemeğe, içmeğe, sekse, uyumaya, rahatına düşkün olursun... Sebebi, kendini bu beden olarak kabul ediyorsun ve bu bedenin belli özellikleri de bu istekleri meydana getiriyor. Öyle ise sen kendini bu bedenin ötesinde bulmak için, bu bedenin istek ve arzularını frenle veya kes, ki bu bedenin ötesindeki varlığını bulup hissedesin, tanıyasın.

Akıl bunu da kavrar!. Bu çalışmalara da girer!. Nitekim doğuda birçok ekoller bunu anlıyor, kavrıyor ve bu çalışmalara giriyor.

Bu ikisinin ötesinde bir üçüncü yol var ki; bunun akılla kavranması mümkün değil. Niye?

Çünkü sana misâlini veremiyeceğim, örneğini gösteremiyeceğim bir olayla karşı karşıyayım!...

"Nefs"inin, senin "nefis" dediğin, "ben" dediğin şeyin hakikatı "ALLAH"tır. Senin "Ben" kelimesiyle işaret ettiğin varlık hakikatte "ALLAH"tır. Ancak sen bunu bilemiyorsun, ve gereğini yaşayamıyorsun diyorum.

İşte bunu senin aklına izah etmeme imkan yok!..

Çünkü bunun eşi, benzeri, misli, dengi yok. Eşi, benzeri, misli olmayan birşeyi akılla kavramak mümkün değil.

Akıl daima bir şeyi, bir şeye bağlayarak, yani sentezler yoluyla bir yeniyi ortaya çıkarır.

Ben diyorum ki; Senin "Rab" dediğin şey, "Nefsinin hakikatı"dır. Yani "ben" dediğin zaman o "ben" kelimesinin hakikatı gerçekte "ALLAH"`tır.

"Ben" diye "O"nun gayrı olarak bir varlık yoktur. Senin "ben" kelimesiyle varsaydığın varlık izâfi, vehmi bir varlıktır.

Oysa senin hakikatın, "ben" dediğin şey, "ALLAH"tır; dediğim zaman, senin bunu akıl yoluyla kavramana imkan yoktur!.işte bunu akıl yoluyla kavramana imkan olmadığı için de burada akıl yolu kapandı.

Akıl yolu kapanınca tek bir geçiş köprüsü vardır...

O da "İMAN" köprüsü!...

Yani, sen ancak, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın söylediğine iman edip, bu inancın istikametinde O`nun dediğini yaparak; akıl yoluyla geçemediğin bu engeli iman desteğini kullanarak geçebilirsin... Zira başka türlü takıldığın o engeli geçme imkanın yoktur!.

Niye?... Rasûlullah`ın seni uyarmasına karşın, vehmin ya da cinin seni sürekli baskı altında tutarak şöyle düşündürtecektir:

"Hayır! Sen bu kadar senedir biliyorsun, bu bedensin veya ruhsun, birimsin; senin hakikatın nasıl "ALLAH" olur. "ALLAH" nerede sen nerede.. "ALLAH" o kadar büyük ki, sen çok ufaksın. Sen ondan ayrı bir şeysin!..."

Evet, vehmin ya da cinin bu gibi fikirlerle, sürekli olarak bu gerçeği kabullenmemen yolunda etkiler..

İşte bu noktada sen, eğer şartlanma yollu edindiği değerlere dayalı mantığını kullanan aklını bir yana koyar; Allah Rasûlü’nün tebliğini, Kur`ân`ın açıklamalarını esas alır; oradaki işaretleri çözersen, veya en azından bu bildirilen gerçeklere aklın ermese de "İMAN EDERSEN" yaşamının en büyük hazinesine ulaştın demektir..

KUR`âN-I KERİM ne buyuruyor:

"BAŞINI NE YANA ÇEVİRİRSEN "ALLAH"IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN !"

"NEFS`İNİZDE MEVCUT!.. HÂLÂ GÖRMÜYOR MUSUNUZ?"

"BİZ SANA ŞAHDAMARINDAN DAHA YAKÎNIZ !"

gibi âyetlerle bu gerçekleri sana işaret yollu bildiriyor; ta ki iman edip gerçeğine eresin...

Buna "iman" ederek; evet, benim de, bütün varlığın da hakikatı "ALLAH"`tır; ve "O"nun dışında bir şey yoktur; diyebiliyorsan "iman" yollu, ne ala!... Evrensel mutlak tek hakikatın yolu sana açıldı demektir...

Gerçekte kim, "BEN" derse, bu "BEN" kelimesiyle özündeki varlığını oluşturan "ALLAH"ın isimler bileşimine (terkibine) işaret etmektedir!..

Bu imana sahip olursan, ve bu istikametle sana söylenen şeyleri yaparsan, işte o zaman kendini beden kabulünden de, ruh kabulünden de kurtulur; varlığın hakikatı olan "ALLAH"`a kurbiyet, yakınlık elde edersin..

Bu da ancak iman ve Rasûlullah`a teslimiyet yoluyla mümkündür!. Bundan öteye akılla geçilmesi mümkün değildir!.

İşte o yüzdendir ki iman, aklın önüne alınmıştır..

Bu noktaya kadar akılla gelinir... Ancak, bu "hakikat" sırrına ermek; "hakikat"ı yaşamak; "benlik"ten yani "nefis"ten kurtulmak; veya dini tâbiriyle "şirki hafi"den arınmak, ancak ve sadece "iman" ve Rasûlullah`a teslimiyetle mümkündür.

Nasıl iman ve teslimiyet..?

Sana varsayalım, git şuradan at öldür diyecek. Oradan gidip kendini aşağı atacaksın gibisine!..

Veya senin ters bildiğin bir şeyi sana söyleyecek; sen onu yapacaksın; gibisine!... Ama böyle bir şey denir mi; elbette denmez!.. Bunu iman ve teslimiyete bir ölçü, misâl olsun diye anlatıyorum..

Vehim, sana yapma diyecek; ama sen en azından şunu düşünmelisin...

"Rasûlullah`ın benden ne menfaati var ki bunu böyle demiş...Rasûlullah , benim iyiliğim için demiş!. Madem ki böyle demiş, ben bunu böyle yaparım"; deyip yapacaksın!. Neticesi de senin için mutlaka selâmettir.

Bu "İMAN" yoluna karşılık, şeytani cinler de senin vehmini tahrik edecek; aklına, çeşitli şartlanma yollu edindiğin verilerle oluşmuş mantığa dayalı fikirler getirecek; böylece de seni imanının gereği olan şeyi yapmaktan alıkoyacaktır..

Yani, cinler seni "ALLAH" yolunda mantık oyunlarıyla vurmak isteyeceklerdir ki; bundan da tek kurtuluş yolu "İMAN" ipine sarılmaktır!

İşte bu yüzden Din, "iman" esası üzerine kurulmuştur!..

Tasavvuftaki bütün gerçek tarikatlar da, Rasûlullah`a teslimiyet esasına dayalı olarak, gelen kişiye yardımcı olabilirler. Eğer Rasûlullah`ın bildirdiklerine teslim olabilirsen, sana yardımcı olabiliriz, derler!.

Mutlak teslimiyetin, söz konusu olmadığı yer ve hâl ve ortam, tarikat değil "iyi ahlâk derneği" çalışmalarıdır!..

Onun için teslimiyet şarttır!. Rasûlullah`a teslimiyet olmadığı sürece, yetiştirici yardımcı olamaz. Çünkü herşeyi akılla izah etmesi mümkün değildir..

1. ve 2. aşama yani tabiat ve şartlanmaları terk bâbında her ne kadar olayı akılla izah mümkünse de; nefsi yani vehmi (varsayılan) benliği terkin, misâli ve benzeri yoktur!... Misâl ve benzeri olmayan konuda akıl hükmünü yitirir!. Zira akıl daima örneğini gördüğü veya kavradığı şeyleri birbirine bağlayarak bir netice çıkarır.

Nebi ve Rasûller ise özünden gelen bir şekilde, vahiy yoluyla bu hakikata vakıftır. Onların bu iş için aklı kullanmağa ihtiyacı yoktur.

Nebi ve Rasûlde mutlak hakikatı kabul babında iman da olmaz, akıl da olmaz!... Çünkü vahiy gücü var!. Vahiy gücünün olduğu yerde vahyi kabullenmek için akli delillere veya imana yer yoktur!..

Esasen iman da sonuçta hedefe varıldığında terkedilen bir şeydir!.. "İman" araçtır; amaç değil!.. Bunu çok iyi kavramak gerektir!

Hedefe varmak için, yolda gerekli olan araçtır "İMAN"!.. Yolcunun, ihtiyaç duyduğu bir haldir...

Nasıl, akıl seni bir noktaya kadar götürür; ve sonuçta da belli bir hedefe erdirirse; aklın durduğu yerde de iman başlarsa; iman da, sana belli bir aşamayı yaptırıp, belli bir hakikatı gösterinceye kadardır!.

O hakikatı gördükten sonra, artık o hakikata karşı imana da gerek kalmaz!.

İman, aklının eremediğini kabul etmektir; inanmaktır. Gördüğün bir şeye artık iman olmaz!..

İman görmediğini kabullenmektir, inanmaktır!. Gözünün önünde olan; görmekte olduğun bir şeye artık "iman" diye bir kavram kalmaz.

İşte o noktaya geldiğin zaman "iman" terkedilir!.. Ne olur...?

İşte o zamanki hâlin adına "İKAN" demişler!.

"İman" biter... "İkan" başlar!.

"İKAN" basiretinin görüşü ve tasdikidir!.. Yani, gördüğünün gereğini yaşamaktır.

Hazreti Ali`nin şu sözü "yakîn" hâli olan "ikan"ın apaçık tarifidir...

"Gözümdeki perde kalksa da yakînim artmaz!"...

Yani, gerçeğe öylesine vakıfım ki, gözümle görmem buna bir ilave sağlamaz..işte bu "yakîn" haline "İKAN" denir..

Önce akılla gidiyorsun... Sonra, akıl imana dönüyor, teslimiyete giriyor...

Teslimiyette, imanın gereğini yaşıyorsun... Görmediğin halde, o şeyi kabul edip onun gereğini yaşıyorsun..

Bunun neticesine geldiğin zaman orada "iman"ı da terk ediyorsun!. Niye...? Çünkü yaptığın çalışmalar sonucunda iman ettiğin şeyi görür hale geliyorsun...işte bunu yaşadığın zamanki halin adı "ikan"dır.

Kur’ân `da Bakara sûresinin hemen başında "İKAN SAHİPLERİ" der.

Ne var ki insanların pek azı "İKAN" sahibidir!..

Apaçık ortada iken ALLAH âyetleri, yani işaretleri alâmetleri, bunları göremezler ve "İKAN"a eremezler!

"İNSANLAR ÂYETLERİMİZE İKAN SAHİBİ OLAMADILAR" (27-82)

Konu imanla başlar, ikana döner; şayet o kişinin istidadı elveriyorsa!.

İşte o hakikat müşahedesine erenler, o hakikatı yaşayanlardır.

Ondan sonra "ikan" ehlinin yaşamı "mârifet"tir... Oradaki yaşam "mârifeti billah"tır.

"Mârifet" ikiye ayrılır:

1 - Mâarifi iLALLAH.

2 - Mâaarifi "B"illah.

MâarifiiLALLAH: "ALLAH"a olan imanın dolayısıyla erdiğin sırlardır.

Henüz nefs ortadan kalkmamıştır... Yani, şirk-i hafi dediğimiz şey halen mevcuttur!. Varsayımın olan nefsin vardır!.

Ancak buna rağmen, nefsinin yöneldiği "ALLAH" ve ALLAH`a ait bazı hakikatlar sana açılmaya başlar... Bu açılan hakikatlar dolayısıyla belli sırlara agah olursun.

Bu "mâarifiiLALLAH"tır... Yani, "ALLAH"`a yönelik mârifet!.

"Mâarifi "B"illah"a gelince...

"Hakikat"a erip "ikan" noktasını geçtikten sonra artık ikilik kavramı kalmaz!... Şirk kalkar!.

Var olan tek varlık, mutlak varlık "ALLAH"tır!.

Bâki olan "ALLAH"!. Fâni olan zaten yoktu; "yok"luğu farkedilerek ortadan yani idraktan kalktı!.

"Bâki olan "ALLAH"" gerçeği ortaya çıktığı zaman; senin gözünde gören, kulağında işiten, dilinde söyleyen, elinde tutan, ayağında yürüyen hep ve sadece "ALLAH"`tır!.

"ALLAH" bilir; "ALLAH" görür; "ALLAH" algılar; "ALLAH" söyler; "ALLAH" şehâdet eder!.

İşte o zaman sende izhar olan ilim, Mâarif-i Billah`tır; izhar olana da "Ârif-i Billah" derler.

"Ârif-i Billah" ile "Ârif" arasındaki fark, şu odadaki toz tanesi ile Everest dağı arasındaki fark gibidir!..

Birisi "ALLAH"ın izhar ettiği mârifet"; diğeri ise "kulun "ALLAH"a olan irfanı"... Hadde hesaba, kıyasa gelmez bir olay!.

Nefsin mertebelerinde 3. mertebedeki "Mülhime"nin hâsılıdır "MÂRİFET"; nefsin mertebelerinden 6. mertebedeki "Mardıye"nin sonucudur "Maarifi Billah"!...

Büyük kutuplar yani "Kırklar" ve üstündekiler "Ârif-i Billah" hükmündedir... "Ârif-i Billah" olanlar her şeyin sırrını bilirler. Neyle? Kendilerindeki ilmi ilâhi ile!

Zira varlığı "ALLAH"`a teslim ettikleri için, onlarda izhar olunan ilim, ilmi ilahidir!. Artık orada vehmin yeri yoktur!. Artık orada fikre yer yoktur!.

İnsanın "ALLAH"a yakıyn sahibi olabilmesi için önce akla ihiyacı vardır.. Bu akıl yolu ile önce şartlanmalardan yani âdetlerden oluşan bakış ve değerlendiriş açısından kendisini kurtarması gerekir... Ayrıca, tabiatı ile mücadeleden yani bedenin doğasından gelen gelen istek ve bağımlılıklarıyla mücadeleden başlayarak yola çıkması gerekir. Bu arada "nefs"inin hakikatına irfan sahibi olması gerekir!...

"Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu",

uyarısında işaret edilen bir biçimde "nefs"inin hakikatını bilmesi icabeder.

"Nefs"inin hakikatını bildikten sonra da, nefsinin hakikatına ermesi için dahi, o hakikatı yaşayan birini bulup, ona varlığını teslim etmesi gerekir; ki, bu teslimiyet gerçekte kişiye değil, "ALLAH"a olan teslimiyettir!...

Çünkü o hakikatı yaşayan kişide gören göz, söyleyen dil. işiten kulak, tutan el, yürüyen ayak "ALLAH"`a aittir. Dolayısıyla, bu vasıflarla vasıflanmış kişiye olan teslimiyet ancak ve ancak "ALLAH"`a olan teslimiyettir!.

"ALLAH"a teslimiyet, hayâldeki, varsayılan bir kavrama teslimiyetle olmaz!..

ALLAH"a teslimiyet RASÛLULLAH`a teslimiyet ile mümkündür:

"ALLAH`A VE RASÛLE UYUNUZ"

âyeti bunun sonucudur.

Ben kendi düşüncemdeki "ALLAH"a teslim oluyorum, diyen kişi; ben Rasûlullah’ı kabul etmiyorum, ben Rasûl’süz "ALLAH"`a teslim oluyorum diyen kişiye benzer!..

Halbuki; Rasûlullah’a gerek olmadan "ALLAH"a vâsıl olmak, "ALLAH"ı bilmek idrak etmek hiç mümkün değildir!.

Mutlaka Nebi ve Rasûle ihtiyaç vardır... Niye..?

Şimdi bunun izahını yapalım...

Nebi ve Rasûlde "vahiy" gücüyle "ALLAH"ı bilmiştir... Normal bir kişi ise akıl gücü ile "ALLAH"ı bilir!.

Vahiy gücü ile akıl gücü arasında çok büyük fark vardır.

Vahiy yolundan "ALLAH"ı bilmek, varlığın hakikatının melek aracılığıyla kişiye açılması sonucunda varılan hakikattır... Yani, akıl, fikir, mantık kullanılmaksızın; kendi özündeki hakikatın, sende melek aracılığıyla açığa çıkmasıdır.

Hz. Muhammed Aleyhisselâm bu yoldan "ALLAH"ı bildiği için, bütün insanlara yol gösterici olmuştur!.

Ama sen kendindeki hakikatı, "ALLAH"ı akılla bilmeğe kalktığında ne oluyor?... Bunu biraz düşünelim...

Genele bir bakalım....

Bugün sayısız insan "ALLAH"a inanıyorum" diyor.. Ancak, araştırmacılar bir yana, hiç kimse "Rasûlullah Hz. MUHAMMED`in açıkladığı Kur`ân ‘ın târif ettiği "ALLAH"a iman etmiyor!..

İşte bunu kesin bir dille vurgulayan âyet:

"İNSANLARDAN BİR KISMI ALLAH`A VE GELECEĞİMİZE İMAN ETTİK, DERLER; AMA “B“NİN İŞARET ETTİĞİ MÂNÂNIN BİLİNCİNDE OLARAK İMAN ETMEMİŞLERDİR." (2-9)

Hepsi de kendi kafasında, hayâlinde, şartlanmaları neticesinde oluşan "ötesindeki" bir gök tanrısına inanıyor; ve ona "ALLAH" adını veriyor!.

Ondan sonra da, O`nu hesaba çekiyor!!!...

"Bunu da böyle yaptı olur mu"; "bunun da sırası mıydı", diye ona bir yığın "eksiklik" atfediyor!... Kime?..

Kendi kafasında yarattığı tanrısına eksiklik atfediyor!. Neden?... Çünkü, Allah Rasûlü’nün bildirdiği "ALLAH"tan haberi yok!.

Hz. Muhammed Aleyhisselâm efendimizin bize bildirdiği "ALLAH" ile, bugünkü sayısız insanın inandığı ve "ALLAH"ın adını verdiği tanrısının hiç alakası yok!. Zira bugünkü insanlar tasavvurlarında yarattıkları ötelerindeki bir gök tanrısına "ALLAH" adını veriyorlar!.

Hz. Muhammed`in bildirdiği "ALLAH"a iman etmek için önce "Lâ ilahe illallah"; sonra da "Kul hu VALLAHU ahad" ayetlerinin manasını idrak etmek zorunludur!

Bu ikisinin arasındaki anlam farkı kavranılmadan Hz. Muhammed`in bildirdiği "ALLAH"a iman etmek asla ve asla mümkün değildir!.

Bu fark anlaşılmadığı takdirde de, düşüncende tasavvur ettiğin, aklının gücüne göre kendi hayâlinde oluşturduğun bir tanrıya "ALLAH" adını verirsin!...

İşte o takdirde Kur`ân`daki şu âyeti hatırlamamız icabeder:

"Sen kendi hevasını kendİne tanrı edineni gördün mü?" (25-43)

Niye..?

Çünkü, kendi basit anlayışına, sınırlı fikrine, vehmin hükmü altındaki aklına göre bir tanrı varsayıp yarattın!. Sonra da, onun kimi işinden memnun olup, kimi işini de eleştiriyorsun!...

Oysa, âlemlerin rabbı olan "ALLAH"`tan haberin bile yok !.

İşte bu sebepten dolayı, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın vahiy yoluyla alıp bize bildirdiği "ALLAH"a iman etmek; ve aklı o istikamette kullanarak değerlendirmek, ancak ve ancak yaratılışında "iman nuru" nasib olmuş kişiye mümkün olur. Başka türlü mümkün olmaz!.

Olmadığı zaman da biz o kişiyi eksik kusurlu görmeyiz!. Şükrederiz, bize nasib etmişse; ne âlâ!.. Nasip etmemişse, takdiri ilahi, deriz.. Hükmüne razı olmaktan başkaca bir şey elimizden gelmez!.

Şimdi burada bir diğer önemli husus üzerinde sırası gelmişken duralım...

Nübüvvet, Risâlet, Velâyet, vahiy ve ilham mevzuları üzerinde konuşalım.

Nübüvvet; "ALLAH"ın bildirdiği gerçeklerin beşeriyete açılması ve açıklanması görevidir.

Eğer bir Nebi, yeni bir çalışma, yaşama biçimi getiriyorsa; o günün şartlarına göre geçmiş Nebilerin tatbik ettiğinden daha farklı bir çalışma sistemi getiriyorsa; veya dini ifade ile yeni bir şartlar bütünü getiriyorsa o zaman "Rasûl" denir.

Eğer yeni bir çalışma biçimi ve yeni şartlar getirmiyorsa; o zaman kendisinden evvelki son yeni şartları getirmiş olanın getirdiklerini yürütür ve "Nebi" adını alır.

Nebi ve Rasûl vahye dayanan bir sistemle görev yaparlar.

Veli ise ilhama dayanan bir sistemle faaliyet gösterir ve nebilerin işaret ettiği gerçekleri kendi içinde yaşar; veya görevliyse halka da bu konuda yardımcı olur.

Nebi ile veliyi ayıran ana fark nedir?

Bunu şöyle açıklarız:

"Nebi"deki açılım, "Hak`tan halka" denen bir biçimdeki açılımdır.

Nebinin herhangi bir çalışması, gayreti ve emeği söz konusu değildir!. Tamamen Hak`tan gelen bir biçimde, kendisinde birtakım gerçekler fışkırır ve bunlar halka sunulur. Yararlı olma gayesiyle.

Veliliğin kemâlâtı, esası ise "halktan Hak"ka denen bir biçimdedir.

Yani velide belli çalışmalar görülür. Bu çalışmalar neticesinde veli Hak`ka ulaşır.

Kişinin "ALLAH"a "ERME"sinde iki sistem vardır..

Birisi "Hak`tan halka", "nuzül" şeklidir... Öteki ise "halktan Hak`ka" "uruç" şeklidir.

Velide, çalışmalarla birlikte belli bir tekamül gözükür; ve nasibi, istidadı oranında Hak`ka vuslata erer!.

Nübüvvet ise nebinin herhangi bir say`ı, gayreti olmaksızın, Hak`kın kendi hakikatlarını o nebinin dilinden açığa çıkarmasıdır.

Bunu misalle anlatmağa çalışalım:

Hak`tan birime açılan bir manevi kanal ile nebiden hakikatlar zuhur eder!...

Velide ise, bizatihi yaptığı belli çalışmalar sonucu açılan bir tünelle Hak`ka varır. O hakikatlara vâsıl olur...

Olduktan sonra da bazısı halka yararlı olmak amcıyla ilâhi vuslata ermiş olarak, belli vasıflarla vasıflanmış kişi olarak halk arasında görev yapar; veya yapmaz... Bu da Hak`ın takdirine bağlıdır.

Nübüvvet:

Nübüvvet-i teşriiye

Nübüvvet-i târifiye olarak ikiye ayrılır.

"Nübüvvet-i teşriiye" bir "Şeriat göreviyle görevli Nebi" demektir.

Halkın içinde belli bir şeriatı anlatıp, izah edip; onlara kabul ettirmekle görevli kişidir. Ama bunda muvaffak olur veya olmaz!. O ilahi takdire bağlıdır.

"Nübüvvet-i târifiye" sahibi nebi ise "Ârif-i Billah" kemalatına sahiptir.

Ama sakın ola ki bu mârifet kemalatını, velâyet kemâlâtı gibi anlamayalım... Belki, velideki kemâlât nebideki bu kemâlâttan bir hissedir!.. Meselâ Hızır Aleyhisselâm’ın nübüvveti, Lokman Hekim`in nübüvveti hep bu "nübüvveti târifiyye" hükmündendir!

"Târifiye", "irfan" anlamındadır... Yani, "Mâarifi Billah"a âgâh olan ve bu mârifetin gereklerini zâhirde yaşayan; gerekiyorsa yaşatan anlamındadır.. Velâyetin en üst basamağı "Nübüvveti târifiyye"ye dayanır!.

Bu basamağın kemâlâtı çalışmakla elde edilen bir kemâlât değildir. Tamamen ilâhi ihsan yollu kişide meydana gelen bir açılm neticesi olur.

Hz. Muhammed`den sonra "Nübüvvet-i teşriye" söz konusu değildir. Fakat nübüvvetin irfanı, Hz. Rasûlullah`dan sonra gelen velilerden bazılarına ihsan olunur.

"Benim ümmetimin velileri Beniisrail nebileri gibidir" buyuran Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm velâyetin bu mertebesine işaret etmiştir.

Buna "Nübüvvet-i târifiye" denir. Yani kişinin kendi çalışması karşılığı olmaksızın, ilâhi lütuf gereği bir takım ALLAH mârifetinin onda zâhir olması şeklidir. Tasavvuf dilindeki adıyla "velâyeti uzmâ"dır..

Şimdi burada önemli olan bir başka nokta da şudur.

İman, vahye dayanan sistemde geçerlidir. Yani iman, vahyedilene dayalı kılnmıştır!. Çünkü insanın duyguları veya aklı birçok şeyi çözemez. Göremediğini, beş duyu ile algılayamadığını kolay kolay değerlendiremez.

Akıl, beş duyuya dayalı olarak çalışır...

Ancak, akıl belli bir kemâle gelmişse, beş duyuya dayalı örnekleri alıp kendi bünyesinde değerlendirir ve buna dayalı bazı çalışmalar yapabilir... Bu arada altıncı, yedinci, sekizinci duyular durumunda olan sezgi veya sezginin ötesinde olan feraset, veya ilham yolları ile gelen çeşitli bilgileri de bir potada eritip değerlendirir ve bunun çok üst neticelerini yaşar!...işte o zaman "akl-ı kül"e yaklaşmağa başlar.

Yani, açık, basit donelerden çıkıp, geniş kapsamlı bir algılama sistemiyle gelen bilgileri değerlendirip, bir takım gerçekleri görebilme durumuna girer.

Bunun tasavvuf dilindeki adı "keşif"tir. Yani üst düzeydeki alıcıların çalışması neticesinde hasıl olan algılama, kavrama, bilgi, değerlendirme vs...

İnsanı ilâhi mânâlara yaklaştıran en değerli yol ilhamdır!... Vahiy ile yeni düzen getirme yolu, Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’dan sonra kapanmıştır.

"Vahiy" ile "ilham" arasındaki fark nedir?

"Vahiy"; özden dışa gelen, yani "Hak`tan halka" gelen sezginin adıdır. Melek aracılığıyla direkt özden gelen akıştır!.

"İlham"lar ise kişinin kendi çalışmaları sonucu, kendisinden meydana gelen fiillerin hasılası olarak kendisinde oluşan hassasiyetin kazandırdığı algılamalarıdır.

"Vahiy", Hak`tan direkt olarak, herhangi bir çalışma söz konusu olmadan kendisine nazil olan, ve kendisinde fışkıran ilâhi ilimdir.

"İlham" ise kişinin çalışmaları sonucu kendisinde meydana gelen hassasiyetle, bazı ilahi gerçeklere muttali olması, bunların perdelerinin kendisinde açılması; bunları hissedip yaşaması halinin adıdır.

Dolayısıyla, her ne kadar genelde, "vahiy" ile "ilham" arasında fark yoktur, derlerse de aslında çok büyük fark vardır!.

İşte bu temel fark dolayısıyladır ki, bir nebi ile bir velinin kıyaslanması asla mümkün olmaz!.

Bu ana neden yüzündendir ki, insanlar velilere itaat ve teslimiyet için mecbur tutulmamışlardır... Fakat nebilere itaat ve teslimiyet zorunlu kılınmıştır!.

Çünkü, ilhamlarda bazı yanılmalar söz konusu olabilir... Fakat vahiyde yanılma olmaz; bireysel değer yargıları asla gerçekleri bulandırmaz!..

Niçin..? Çünkü, "vahiy" direkt "Hak`tan nuzül"dür!... Yanılma payı yoktur!.

Çünkü, beyin faaliyetlerinin ve verilerinin, o gelenin üzerinde bir rolü yoktur!. Direkt olarak beyinde o mana oluşur.

Halbuki "ilham"da ise, kişinin beyninin açılma kapasitesine göre alıcılık durumu ortaya çıkar...

O kapasitenin oluşumunu meydana getiren yan faktörler velide hasıl olan manayı etkileyebilir!. Meselâ o anda duyguları, istek veya arzuları o gelen nesneye karışabilir... Ve o gelen nesneyi o istikamette değerlendirebilir...işte bu durum, ilhamda yanılmalara yol açabilir.

Veli yalnız ilham yolu ile bir takım gerçeklere erdiği için; veliye itaat, teslimiyet zorunlu değildir.

Ama nebi için böyle değildir... Nebi`deki vahye hiç bir şey karışmaz!. Ondan sadır olan mana tamamiyle ilahi hakikatlardır.

Demek ki, ilhamda kişinin birtakım yanılmaları, duyguları, arzu veya istekleri, ya da o şeyi alış anındaki ruh hali yanılmalara yol açabiliyor.

Burada açıklığa kavuşturulması gereken bir başka husus da şudur:

Nebi ana karnında nebidir!.

"Nübüvveti târifiye" sahiplerindeki de "vahiy" hükmündedir!.

Ancak şimdi burada, bir noktanın açıklığa kavuşturulması gerekir.

Diyelim ki kişi "Nübüvveti târifiye" sahibidir... Fakat o görev yüklenmeden evvel, velayeti hükmüyle yaşar. Görevle birlikte ondaki olay "vahiy" hükmüne dayanır. Fakat zahiren nübüvvet görevi açıklanmadığı için aldığına ilham denir. O, doğuşundan görev alışı anına kadar velâyeti hükmüyle yaşar, aldıkları ilhamdır. Görevinin başlamasından itibaren aldığının şekli değişir. Fakat bu değişmeyi de ancak kendisi bilebilir. Başkası dışarıdan bunu bilemez. Çünkü dışarıdan ancak "velâyet" söz konusudur.

Ayrıca o mertebedeki bir kişiyi tanıyabilende ancak yeryüzünde iki veya üç kişidir. O düzeydeki bir kişi zaten zamanın ya "Gavsı", ya "Kutbu Aktabı" ya da "İnsan-ı Kâmili"dir... Ve o düzeydeki bir kişiyi de ancak ya "Gavs" veya "Kutbu Aktap" bilebilir.

Alttakiler, üstlerindekinin kendilerinden üstün bir veli oldığunu bilir; ama hangi mertebede olduğunu bilemez!. Ne olduğunu bilemiyeceği için de alışının ne yoldan, ne şekilde ve ne kadar olduğunu değerlendiremez..

Onu değerlendirmesi de asla mümkün değildir!.

Bunu biz de ancak bu kadar anlatabiliriz!. Çünkü bu, o mertebe ehline ait olan bir ilimdir.

"Vahiy" ile "ilham"ın önemine ve ağırlığına bir de şu yönüyle işaret edelim:

Mesela siz aklınızla, bazı bilgilere sahipsinizdir. Bu bilgileriniz gereği bir işin böyle olması gerektiğini bilebilirsiniz. Fakat sizin duygularınız ağır basar ve bilmenize rağmen bir türlü o şeyi yapamazsınız.

İşte bu bir noktada aklın tasarrufunun zayıflığındandır.

"İlham"ın gücüne en güzel misâl bildiğimiz rüyalardır..

Gece bir rüya gördünüz.. Ertesi sabah kalktığınızda haliniz bambaşka olur!.. Ve o rüyanın tesiri altında, siz o güne kadar yapamadığınız bir işi kolaylıkla yapabilirsiniz... Size bunu yaptırtan, "rüya" dediğiniz "ilham"dır.. Yani, o şeyi hissediş sonucu. Bu hissediş size o işi kolaylaştırmıştır!. işte bu, "ilham"ın "akla" olan üstünlüğüdür!..

Normal şartlarda "aklınızla" bir gerçeği bilmenize rağmen; duygularınız ya da şartlanmalarınız, ağır basarak o şeyi size yaptırtmaz.. Ama o yapamadığınız şeyi gecenin çok kısa bir süresi içinde; 30-40 saniyelik bir sürede gördüğünüz şeyler yani aldığınız ilham, sizi kolaylıkla o işi başarır hale getirir..işte bu, bütün yaşamınız boyunca elde ettiğiniz bilgilere, yani "aklınıza" "ilham"ın galebe çalmasıdır. * * *

Sistem İslamdır

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

SİSTEM "İSLÂM"DIR

Gelmiş geçmiş tek bir din vardır o da Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın yaşadığı devirde ilk defa bildirmiş olduğu İslâm`dır, değil!.. Bu yanlıştır!. Burada bir yanlış anlama söz konusu.

İsa Aleyhisselâm’ın, Musa Aleyhisselâm’ın, İbrahim Aleyhisselâm’ın devirlerinde tebliğ edilen din de "İslam"dır!.

Peki öyle ise İslam nedir?

Bu konuyu ileride değişik yanlarıyla ele alacağız; ancak şimdi de sırası gelmişken biraz inceliyelim..

İslam "ALLAH"a teslim olma sistemidir!.

Yani varlığın üzerinde mutlak mutasarrıf, hakim, yönetici, varlığın sahibi "ALLAH"tır; her şey O`na teslim olmuş olarak mevcuttur anlayışı!.

Bu anlayış hangi devirde kimden gelirse gelsin o tek gerçek dindir.

Yani, İslam diye günümüze özgü ya da Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın getirmiş olduğu bir dini anlamayalım.

KESİNLİKLE "ALLAH" iNDİNDE DİN İslâm"dır.

Yani, Din denen olayın aslı; varlığın Mâlikel Mülk olan "ALLAH"`ın hükmü, iradesi, kudreti, ve tasarrufu altında olduğu gerçeğinin farkedilmesidir...

Bu anlayışı getirmiştir Hz. İbrahim Aleyhisselâm, Hz Nuh Aleyhisselâm, Hz.İsa Aleyhisselâm, Hz Musa Aleyhisselâm... Hepsi de bu Dini, bu esası getirmiştir!.

Hepsi de demiştir ki;

"Bu dünya fanidir, geçicidir. Sahip olduğunuzu sandığınız her şey bu madde dünyasında kalacaktır.. Siz "ALLAH"`a ve ölümötesi yaşam boyutuna yalnız ve hiç bir şeyinizi götüremeden geçeceksiniz. Ona göre hazırlanın."

Bütün "ALLAH" Nebi ve Rasûllerinin dediği istisnasız budur!.

Bu yüzdendir ki İslâm Dini denen Din, bu "ALLAH"a teslim olma Dinidir; yani inancıdır; anlayışıdır!.

Biz "İslâm Dini" deyince, sadece Hz Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği "Din" zannediyoruz; ki bu yanlıştır!..

İşin ve Kur`ân ‘ın özüne vakıf olmayışımızdan ileri gelmektedir bu hata!. Bu konuya ileride "İslam" bölümünde tekrar geleceğiz... * * *

Nefsin hakikatine İman

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"NEFS"İN HAKİKATİNE İMAN

İşte kişinin vehmi nefsinden kurtulması, nefs perdesini kaldırması ancak ve ancak iman yolu ile mümkündür.

Tabiat ve şartlanmalar perdelerinin kalkması akılla mümkündür. Ancak nefs perdesinin kalkması ancak ve ancak iman ile mümkündür.

Niçin?

Şimdi bu sualin cevabını iyi anlayalım... Çünkü burası çok iyi anlaşılmalı...

Akıl, şartlanmaların terkedilmesi gerektiğini kavrar ve idrak eder.

Mesela, ben sana derim ki; bu toplumda şöyle bir âdet var... Sen bu âdetlere değer veriyorsun; bunların kaydına giriyorsun; herkes böyle yapıyor diyorsun; ancak sen bu toplumdan çıkıpta falanca yerdeki bir topluluğun içine girersen, şu ana kadar edindiğin bu adet orada yanlıştır.

Orada daha değişik bir âdet vardır...

Orada öyle bir âdet olduğuna göre; eğer orada doğsaydın, doğru olarak onu kabul edecektin.

Demek ki tam olarak geçerli, kriter olan bir adet yok... Burada böyle, orada öyle...

Demek oluyor ki değer yargıları ve âdetler, yani şartlanmalar kesinlikle rölatif yani izâfi yani GÖRESELDİR!..

Dolayısıyla hiçbiri "mutlak doğru" değildir!.

Biri esas olmadığına göre, hiç biri esas değildir!. Öyle ise bunların hepsini bir yana koy.

Akıl yoluyla âdetlerin yani şartlanmaların hükmünden kendini kurtarmanı empoze edebilirim. Sen de idrak edebilirsin ve kendini adetlerin hükmünden, şartlanmalardan kurtarabilirsin. Akıl yolu ile bu mümkün.

İkincisi tabiatın hükmünden kurtulma olayıdır...

Tabiatın hükmünden kurtulmak için yine aklını kullanmanı tavsiye ederim...

Derim ki.. Bu madde beden.. Bu bedende şu organların şu çalışmaları nedeniyle şu fonksiyonlar vardır. Sen yemeğe, içmeğe, sekse, uyumaya, rahatına düşkün olursun... Sebebi, kendini bu beden olarak kabul ediyorsun ve bu bedenin belli özellikleri de bu istekleri meydana getiriyor. Öyle ise sen kendini bu bedenin ötesinde bulmak için, bu bedenin istek ve arzularını frenle veya kes, ki bu bedenin ötesindeki varlığını bulup hissedesin, tanıyasın.

Akıl bunu da kavrar!. Bu çalışmalara da girer!. Nitekim doğuda birçok ekoller bunu anlıyor, kavrıyor ve bu çalışmalara giriyor.

Bu ikisinin ötesinde bir üçüncü yol var ki; bunun akılla kavranması mümkün değil. Niye?

Çünkü sana misâlini veremiyeceğim, örneğini gösteremiyeceğim bir olayla karşı karşıyayım!...

"Nefs"inin, senin "nefis" dediğin, "ben" dediğin şeyin hakikatı "ALLAH"tır. Senin "Ben" kelimesiyle işaret ettiğin varlık hakikatte "ALLAH"tır. Ancak sen bunu bilemiyorsun, ve gereğini yaşayamıyorsun diyorum.

İşte bunu senin aklına izah etmeme imkan yok!..

Çünkü bunun eşi, benzeri, misli, dengi yok. Eşi, benzeri, misli olmayan birşeyi akılla kavramak mümkün değil.

Akıl daima bir şeyi, bir şeye bağlayarak, yani sentezler yoluyla bir yeniyi ortaya çıkarır.

Ben diyorum ki; Senin "Rab" dediğin şey, "Nefsinin hakikatı"dır. Yani "ben" dediğin zaman o "ben" kelimesinin hakikatı gerçekte "ALLAH"`tır.

"Ben" diye "O"nun gayrı olarak bir varlık yoktur. Senin "ben" kelimesiyle varsaydığın varlık izâfi, vehmi bir varlıktır.

Oysa senin hakikatın, "ben" dediğin şey, "ALLAH"tır; dediğim zaman, senin bunu akıl yoluyla kavramana imkan yoktur!.işte bunu akıl yoluyla kavramana imkan olmadığı için de burada akıl yolu kapandı.

Akıl yolu kapanınca tek bir geçiş köprüsü vardır...

O da "İMAN" köprüsü!..

Yani, sen ancak, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın söylediğine iman edip, bu inancın istikametinde O`nun dediğini yaparak; akıl yoluyla geçemediğin bu engeli iman desteğini kullanarak geçebilirsin... Zira başka türlü takıldığın o engeli geçme imkanın yoktur!.

Niye?... Rasûlullah`ın seni uyarmasına karşın, vehmin ya da cinin seni sürekli baskı altında tutarak şöyle düşündürtecektir:

"Hayır! Sen bu kadar senedir biliyorsun, bu bedensin veya ruhsun, birimsin; senin hakikatın nasıl "ALLAH" olur. "ALLAH" nerede sen nerede.. "ALLAH" o kadar büyük ki, sen çok ufaksın. Sen ondan ayrı bir şeysin!..."

Evet, vehmin ya da cinin bu gibi fikirlerle, sürekli olarak bu gerçeği kabullenmemen yolunda etkiler..

İşte bu noktada sen, eğer şartlanma yollu edindiği değerlere dayalı mantığını kullanan aklını bir yana koyar; Allah Rasûlü’nün tebliğini, Kur`ân`ın açıklamalarını esas alır; oradaki işaretleri çözersen, veya en azından bu bildirilen gerçeklere aklın ermese de "İMAN EDERSEN" yaşamının en büyük hazinesine ulaştın demektir..

KUR`âN-I KERİM ne buyuruyor:

"BAŞINI NE YANA ÇEVİRİRSEN "ALLAH"IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN !"

"NEFS`İNİZDE MEVCUT!.. HÂLÂ GÖRMÜYOR MUSUNUZ?"

"BİZ SANA ŞAHDAMARINDAN DAHA YAKÎNIZ !"

gibi âyetlerle bu gerçekleri sana işaret yollu bildiriyor; ta ki iman edip gerçeğine eresin...

Buna "iman" ederek; evet, benim de, bütün varlığın da hakikatı "ALLAH"`tır; ve "O"nun dışında bir şey yoktur; diyebiliyorsan "iman" yollu, ne ala!... Evrensel mutlak tek hakikatın yolu sana açıldı demektir...

Gerçekte kim, "BEN" derse, bu "BEN" kelimesiyle özündeki varlığını oluşturan "ALLAH"ın isimler bileşimine (terkibine) işaret etmektedir!..

Bu imana sahip olursan, ve bu istikametle sana söylenen şeyleri yaparsan, işte o zaman kendini beden kabulünden de, ruh kabulünden de kurtulur; varlığın hakikatı olan "ALLAH"`a kurbiyet, yakınlık elde edersin..

Bu da ancak iman ve Rasûlullah`a teslimiyet yoluyla mümkündür!. Bundan öteye akılla geçilmesi mümkün değildir!.

İşte o yüzdendir ki iman, aklın önüne alınmıştır..

Bu noktaya kadar akılla gelinir... Ancak, bu "hakikat" sırrına ermek; "hakikat"ı yaşamak; "benlik"ten yani "nefis"ten kurtulmak; veya dini tâbiriyle "şirki hafi"den arınmak, ancak ve sadece "iman" ve Rasûlullah`a teslimiyetle mümkündür.

Nasıl iman ve teslimiyet..?

Sana varsayalım, git şuradan at öldür diyecek. Oradan gidip kendini aşağı atacaksın gibisine!..

Veya senin ters bildiğin bir şeyi sana söyleyecek; sen onu yapacaksın; gibisine!... Ama böyle bir şey denir mi; elbette denmez!.. Bunu iman ve teslimiyete bir ölçü, misâl olsun diye anlatıyorum..

Vehim, sana yapma diyecek; ama sen en azından şunu düşünmelisin...

"Rasûlullah`ın benden ne menfaati var ki bunu böyle demiş...Rasûlullah , benim iyiliğim için demiş!. Madem ki böyle demiş, ben bunu böyle yaparım"; deyip yapacaksın!. Neticesi de senin için mutlaka selâmettir.

Bu "İMAN" yoluna karşılık, şeytani cinler de senin vehmini tahrik edecek; aklına, çeşitli şartlanma yollu edindiğin verilerle oluşmuş mantığa dayalı fikirler getirecek; böylece de seni imanının gereği olan şeyi yapmaktan alıkoyacaktır..

Yani, cinler seni "ALLAH" yolunda mantık oyunlarıyla vurmak isteyeceklerdir ki; bundan da tek kurtuluş yolu "İMAN" ipine sarılmaktır!

İşte bu yüzden Din, "iman" esası üzerine kurulmuştur!..

Tasavvuftaki bütün gerçek tarikatlar da, Rasûlullah`a teslimiyet esasına dayalı olarak, gelen kişiye yardımcı olabilirler. Eğer Rasûlullah`ın bildirdiklerine teslim olabilirsen, sana yardımcı olabiliriz, derler!.

Mutlak teslimiyetin, söz konusu olmadığı yer ve hâl ve ortam, tarikat değil "iyi ahlâk derneği" çalışmalarıdır!..

Onun için teslimiyet şarttır!. Rasûlullah`a teslimiyet olmadığı sürece, yetiştirici yardımcı olamaz. Çünkü herşeyi akılla izah etmesi mümkün değildir..

1. ve 2. aşama yani tabiat ve şartlanmaları terk bâbında her ne kadar olayı akılla izah mümkünse de; nefsi yani vehmi (varsayılan) benliği terkin, misâli ve benzeri yoktur!... Misâl ve benzeri olmayan konuda akıl hükmünü yitirir!. Zira akıl daima örneğini gördüğü veya kavradığı şeyleri birbirine bağlayarak bir netice çıkarır.

Nebi ve Rasûller ise özünden gelen bir şekilde, vahiy yoluyla bu hakikata vakıftır. Onların bu iş için aklı kullanmağa ihtiyacı yoktur.

Nebi ve Rasûlde mutlak hakikatı kabul babında iman da olmaz, akıl da olmaz!... Çünkü vahiy gücü var!. Vahiy gücünün olduğu yerde vahyi kabullenmek için akli delillere veya imana yer yoktur!..

Esasen iman da sonuçta hedefe varıldığında terkedilen bir şeydir!.. "İman" araçtır; amaç değil!.. Bunu çok iyi kavramak gerektir!

Hedefe varmak için, yolda gerekli olan araçtır "İMAN"!.. Yolcunun, ihtiyaç duyduğu bir haldir...

Nasıl, akıl seni bir noktaya kadar götürür; ve sonuçta da belli bir hedefe erdirirse; aklın durduğu yerde de iman başlarsa; iman da, sana belli bir aşamayı yaptırıp, belli bir hakikatı gösterinceye kadardır!.

O hakikatı gördükten sonra, artık o hakikata karşı imana da gerek kalmaz!.

İman, aklının eremediğini kabul etmektir; inanmaktır. Gördüğün bir şeye artık iman olmaz!..

İman görmediğini kabullenmektir, inanmaktır!. Gözünün önünde olan; görmekte olduğun bir şeye artık "iman" diye bir kavram kalmaz.

İşte o noktaya geldiğin zaman "iman" terkedilir!.. Ne olur...?

İşte o zamanki hâlin adına "İKAN" demişler!.

"İman" biter... "İkan" başlar!.

"İKAN" basiretinin görüşü ve tasdikidir!.. Yani, gördüğünün gereğini yaşamaktır.

Hazreti Ali`nin şu sözü "yakîn" hâli olan "ikan"ın apaçık târifidir...

"Gözümdeki perde kalksa da yakînim artmaz!"...

Yani, gerçeğe öylesine vakıfım ki, gözümle görmem buna bir ilave sağlamaz..işte bu "yakîn" haline "İKAN" denir..

Önce akılla gidiyorsun... Sonra, akıl imana dönüyor, teslimiyete giriyor...

Teslimiyette, imanın gereğini yaşıyorsun... Görmediğin halde, o şeyi kabul edip onun gereğini yaşıyorsun..

Bunun neticesine geldiğin zaman orada "iman"ı da terk ediyorsun!. Niye...? Çünkü yaptığın çalışmalar sonucunda iman ettiğin şeyi görür hale geliyorsun...işte bunu yaşadığın zamanki halin adı "ikan"dır.

Kur’ân `da Bakara sûresinin hemen başında "İKAN SAHİPLERİ" der.

Ne var ki insanların pek azı "İKAN" sahibidir!..

Apaçık ortada iken ALLAH âyetleri, yani işaretleri alâmetleri, bunları göremezler ve "İKAN"a eremezler! "İNSANLAR ÂYETLERİMİZE İKAN SAHİBİ OLAMADILAR" (27-82) Konu imanla başlar, ikana döner; şayet o kişinin istidadı elveriyorsa!.

İşte o hakikat müşahedesine erenler, o hakikatı yaşayanlardır.

Ondan sonra "ikan" ehlinin yaşamı "mârifet"tir... Oradaki yaşam "mârifeti billah"tır.

"Mârifet" ikiye ayrılır:

1 - Mâarifi iLALLAH.

2 - Mâaarifi "B"illah.

MâarifiiLALLAH: "ALLAH"a olan imanın dolayısıyla erdiğin sırlardır.

Henüz nefs ortadan kalkmamıştır... Yani, şirk-i hafi dediğimiz şey halen mevcuttur!. Varsayımın olan nefsin vardır!.

Ancak buna rağmen, nefsinin yöneldiği "ALLAH" ve ALLAH`a ait bazı hakikatlar sana açılmaya başlar... Bu açılan hakikatlar dolayısıyla belli sırlara agah olursun.

Bu "mâarifiiLALLAH"tır... Yani, "ALLAH"`a yönelik mârifet!.

"Mâarifi "B"illah"a gelince...

"Hakikat"a erip "ikan" noktasını geçtikten sonra artık ikilik kavramı kalmaz!... Şirk kalkar!.

Var olan tek varlık, mutlak varlık "ALLAH"tır!.

Bâki olan "ALLAH"!. Fâni olan zaten yoktu; "yok"luğu farkedilerek ortadan yani idraktan kalktı!.

"Bâki olan "ALLAH"" gerçeği ortaya çıktığı zaman; senin gözünde gören, kulağında işiten, dilinde söyleyen, elinde tutan, ayağında yürüyen hep ve sadece "ALLAH"`tır!.

"ALLAH" bilir; "ALLAH" görür; "ALLAH" algılar; "ALLAH" söyler; "ALLAH" şehâdet eder!.

İşte o zaman sende izhar olan ilim, Mâarif-i Billah`tır; izhar olana da "Ârif-i Billah" derler.

"Ârif-i Billah" ile "Ârif" arasındaki fark, şu odadaki toz tanesi ile Everest dağı arasındaki fark gibidir!..

Birisi "ALLAH"ın izhar ettiği mârifet"; diğeri ise "kulun "ALLAH"a olan irfanı"... Hadde hesaba, kıyasa gelmez bir olay!.

Nefsin mertebelerinde 3. mertebedeki "Mülhime"nin hâsılıdır "MÂRİFET"; nefsin mertebelerinden 6. mertebedeki "Mardıye"nin sonucudur "Maarifi Billah"!...

Büyük kutuplar yani "Kırklar" ve üstündekiler "Ârif-i Billah" hükmündedir... "Ârif-i Billah" olanlar her şeyin sırrını bilirler. Neyle? Kendilerindeki ilmi ilâhi ile!

Zira varlığı "ALLAH"`a teslim ettikleri için, onlarda izhar olunan ilim, ilmi ilâhidir!. Artık orada vehmin yeri yoktur!. Artık orada fikre yer yoktur!.

İnsanın "ALLAH"a yakıyn sahibi olabilmesi için önce akla ihiyacı vardır.. Bu akıl yolu ile önce şartlanmalardan yani âdetlerden oluşan bakış ve değerlendiriş açısından kendisini kurtarması gerekir...

Ayrıca, tabiatı ile mücadeleden yani bedenin doğasından gelen gelen istek ve bağımlılıklarıyla mücadeleden başlayarak yola çıkması gerekir.

Bu arada "nefs"inin hakikatına irfan sahibi olması gerekir!... "Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu", uyarısında işaret edilen bir biçimde "nefs"inin hakikatını bilmesi icabeder. "Nefs"inin hakikatını bildikten sonra da, nefsinin hakikatına ermesi için dahi, o hakikatı yaşayan birini bulup, ona varlığını teslim etmesi gerekir; ki, bu teslimiyet gerçekte kişiye değil, "ALLAH"a olan teslimiyettir!...

Çünkü o hakikatı yaşayan kişide gören göz, söyleyen dil. işiten kulak, tutan el, yürüyen ayak "ALLAH"`a aittir. Dolayısıyla, bu vasıflarla vasıflanmış kişiye olan teslimiyet ancak ve ancak "ALLAH"`a olan teslimiyettir!.

"ALLAH"a teslimiyet, hayâldeki, varsayılan bir kavrama teslimiyetle olmaz!..

ALLAH"a teslimiyet RASÛLULLAH`a teslimiyet ile mümkündür:

"ALLAH`A VE RASÛLE UYUNUZ"

âyeti bunun sonucudur.

Ben kendi düşüncemdeki "ALLAH"a teslim oluyorum, diyen kişi; ben Rasûlullah’ı kabul etmiyorum, ben Rasûl’süz "ALLAH"`a teslim oluyorum diyen kişiye benzer!..

Halbuki; Rasûlullah’a gerek olmadan "ALLAH"a vâsıl olmak, "ALLAH"ı bilmek idrak etmek hiç mümkün değildir!

Mutlaka Nebi ve Rasûle ihtiyaç vardır... Niye..?

Şimdi bunun izahını yapalım...

Nebi ve Rasûlde "vahiy" gücüyle "ALLAH"ı bilmiştir... Normal bir kişi ise akıl gücü ile "ALLAH"ı bilir!.

Vahiy gücü ile akıl gücü arasında çok büyük fark vardır.

Vahiy yolundan "ALLAH"ı bilmek, varlığın hakikatının melek aracılığıyla kişiye açılması sonucunda varılan hakikattır... Yani, akıl, fikir, mantık kullanılmaksızın; kendi özündeki hakikatın, sende melek aracılığıyla açığa çıkmasıdır.

Hz. Muhammed Aleyhisselâm bu yoldan "ALLAH"ı bildiği için, bütün insanlara yol gösterici olmuştur!

Ama sen kendindeki hakikatı, "ALLAH"ı akılla bilmeğe kalktığında ne oluyor?... Bunu biraz düşünelim...

Genele bir bakalım...

Bugün sayısız insan "ALLAH"a inanıyorum" diyor.. Ancak, araştırmacılar bir yana, hiç kimse "Rasûlullah Hz. MUHAMMED`in açıkladığı Kur`ân ‘ın târif ettiği "ALLAH"a iman etmiyor!..

İşte bunu kesin bir dille vurgulayan âyet:

"İNSANLARDAN BİR KISMI ALLAH`A VE GELECEĞİMİZE İMAN ETTİK, DERLER; AMA “B“NİN İŞARET ETTİĞİ MÂNÂNIN BİLİNCİNDE OLARAK İMAN ETMEMİŞLERDİR." (2-9)

Hepsi de kendi kafasında, hayâlinde, şartlanmaları neticesinde oluşan "ötesindeki" bir gök tanrısına inanıyor; ve ona "ALLAH" adını veriyor!.

Ondan sonra da, O`nu hesaba çekiyor!!!...

"Bunu da böyle yaptı olur mu"; "bunun da sırası mıydı", diye ona bir yığın "eksiklik" atfediyor!... Kime?..

Kendi kafasında yarattığı tanrısına eksiklik atfediyor!. Neden?... Çünkü, Allah Rasûlü’nün bildirdiği "ALLAH"tan haberi yok!.

Hz. Muhammed Aleyhisselâm efendimizin bize bildirdiği "ALLAH" ile, bugünkü sayısız insanın inandığı ve "ALLAH"ın adını verdiği tanrısının hiç alakası yok!. Zira bugünkü insanlar tasavvurlarında yarattıkları ötelerindeki bir gök tanrısına "ALLAH" adını veriyorlar!.

Hz. Muhammed`in bildirdiği "ALLAH"a iman etmek için önce "Lâ ilahe illallah"; sonra da "Kul hu VALLAHU ahad" ayetlerinin manasını idrak etmek zorunludur!

Bu ikisinin arasındaki anlam farkı kavranılmadan Hz. Muhammed`in bildirdiği "ALLAH"a iman etmek asla ve asla mümkün değildir!

Bu fark anlaşılmadığı takdirde de, düşüncende tasavvur ettiğin, aklının gücüne göre kendi hayâlinde oluşturduğun bir tanrıya "ALLAH" adını verirsin!...

İşte o takdirde Kur`ân`daki şu âyeti hatırlamamız icabeder:

"Sen kendi hevasını kendİne tanrı edineni gördün mü?" (25-43)

Niye..?

Çünkü, kendi basit anlayışına, sınırlı fikrine, vehmin hükmü altındaki aklına göre bir tanrı varsayıp yarattın!. Sonra da, onun kimi işinden memnun olup, kimi işini de eleştiriyorsun!...

Oysa, âlemlerin rabbı olan "ALLAH"`tan haberin bile yok !.

İşte bu sebepten dolayı, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın vahiy yoluyla alıp bize bildirdiği "ALLAH"a iman etmek; ve aklı o istikamette kullanarak değerlendirmek, ancak ve ancak yaratılışında "iman nuru" nasib olmuş kişiye mümkün olur. Başka türlü mümkün olmaz!.

Olmadığı zaman da biz o kişiyi eksik kusurlu görmeyiz!. Şükrederiz, bize nasib etmişse; ne âlâ!.. Nasip etmemişse, takdiri ilahi, deriz.. Hükmüne razı olmaktan başkaca bir şey elimizden gelmez!. * * *

Nebi - Veli - Vahiy - İlham

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

NEBÎ – VELİ – VAHİY – İLHAM

Şimdi burada bir diğer önemli husus üzerinde sırası gelmişken duralım...

Nübüvvet, Velâyet, vahiy ve ilham mevzuları üzerinde konuşalım.

Nübüvvet; "ALLAH"ın bildirdiği gerçeklerin beşeriyete açılması ve açıklanması görevidir.

Eğer bir Nebi, yeni bir çalışma, yaşama biçimi getiriyorsa; o günün şartlarına göre geçmiş Nebilerin tatbik ettiğinden daha farklı bir çalışma sistemi getiriyorsa; veya dini ifade ile yeni bir şartlar bütünü getiriyorsa o zaman, yerine getirdiği işleve "Nübüvvet-i teşriye" denir.

Eğer yeni bir çalışma biçimi ve yeni şartlar getirmiyorsa; o zaman kendisinden evvelki son yeni şartları getirmiş olanın getirdiklerini yürütür ve bu işlev de "Nübüvvet-i tarifiye" adını alır.

Nebi ve Rasûl vahye dayanan bir sistemle görev yaparlar.

Veli ise ilhama dayanan bir sistemle faaliyet gösterir ve nebilerin işaret ettiği gerçekleri kendi içinde yaşar; veya görevliyse halka da bu konuda yardımcı olur.

Nebi ile veliyi ayıran ana fark nedir?

Bunu şöyle açıklarız:

"Nebi"deki açılım, "Hak`tan halka" denen bir biçimdeki açılımdır.

Nebinin herhangi bir çalışması, gayreti ve emeği söz konusu değildir!. Tamamen Hak`tan gelen bir biçimde, kendisinde birtakım gerçekler fışkırır ve bunlar halka sunulur. Yararlı olma gayesiyle.

Veliliğin kemâlâtı, esası ise "halktan Hak"ka denen bir biçimdedir.

Yani velide belli çalışmalar görülür. Bu çalışmalar neticesinde veli Hak`ka ulaşır.

Kişinin "ALLAH"a "ERME"sinde iki sistem vardır..

Birisi "Hak`tan halka", "nuzül" şeklidir... Öteki ise "halktan Hak`ka" "uruç" şeklidir.

Velide, çalışmalarla birlikte belli bir tekamül gözükür; ve nasibi, istidadı oranında Hak`ka vuslata erer!.

Nübüvvet ise nebinin herhangi bir say`ı, gayreti olmaksızın, Hak`kın kendi hakikatlarını o nebinin dilinden açığa çıkarmasıdır.

Bunu misalle anlatmağa çalışalım:

Hak`tan birime açılan bir manevi kanal ile nebiden hakikatlar zuhur eder!...

Velide ise, bizatihi yaptığı belli çalışmalar sonucu açılan bir tünelle Hak`ka varır. O hakikatlara vâsıl olur...

Olduktan sonra da bazısı halka yararlı olmak amcıyla ilâhi vuslata ermiş olarak, belli vasıflarla vasıflanmış kişi olarak halk arasında görev yapar; veya yapmaz... Bu da Hak`ın takdirine bağlıdır.

Nübüvvet:

1- Nübüvvet-i teşriye

2- Nübüvvet-i târifiye

olarak ikiye ayrılır.

"Nübüvvet-i teşriiye" bir "Şeriat göreviyle görevli Nebi" demektir.

Halkın içinde belli bir şeriatı anlatıp, izah edip; onlara kabul ettirmekle görevli kişidir. Ama bunda muvaffak olur veya olmaz!. O ilahi takdire bağlıdır.

"Nübüvvet-i târifiye" sahibi nebi ise "Ârif-i Billah" kemalatına sahiptir.

Ama sakın ola ki bu mârifet kemalatını, velâyet kemâlâtı gibi anlamayalım... Belki, velideki kemâlât nebideki bu kemâlâttan bir hissedir!.. Meselâ Hızır aleyhisselâm’ın nübüvveti, Lokman Hekim`in nübüvveti hep bu "nübüvveti târifiye" hükmündendir!

"Târifiye", "irfan" anlamındadır... Yani, "Mâarifi Billah"a âgâh olan ve bu mârifetin gereklerini zâhirde yaşayan; gerekiyorsa yaşatan anlamındadır.. Velâyetin en üst basamağı "Nübüvveti târifiye"ye dayanır!.

Bu basamağın kemâlâtı çalışmakla elde edilen bir kemâlât değildir. Tamamen ilâhi ihsan yollu kişide meydana gelen bir açılım neticesi olur.

Hz. Muhammed`den sonra "Nübüvvet-i teşriye" söz konusu değildir. Fakat nübüvvetin irfanı, Hz. Rasûlullah`dan sonra gelen velilerden bazılarına ihsan olunur.

"Benim ümmetimin velileri Beniisrail nebileri gibidir" buyuran Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm velâyetin bu mertebesine işaret etmiştir.

Buna "Nübüvvet-i târifiye" denir. Yani kişinin kendi çalışması karşılığı olmaksızın, ilâhi lütuf gereği bir takım ALLAH mârifetinin onda zâhir olması şeklidir. Tasavvuf dilindeki adıyla "velâyeti uzmâ"dır..

Şimdi burada önemli olan bir başka nokta da şudur.

İman, vahye dayanan sistemde geçerlidir. Yani iman, vahyedilene dayalı kılınmıştır!. Çünkü insanın duyguları veya aklı birçok şeyi çözemez. Göremediğini, beş duyu ile algılayamadığını kolay kolay değerlendiremez.

Akıl, beş duyuya dayalı olarak çalışır...

Ancak, akıl belli bir kemâle gelmişse, beş duyuya dayalı örnekleri alıp kendi bünyesinde değerlendirir ve buna dayalı bazı çalışmalar yapabilir... Bu arada altıncı, yedinci, sekizinci duyular durumunda olan sezgi veya sezginin ötesinde olan feraset, veya ilham yolları ile gelen çeşitli bilgileri de bir potada eritip değerlendirir ve bunun çok üst neticelerini yaşar!...işte o zaman "akl-ı kül"e yaklaşmağa başlar.

Yani, açık, basit donelerden çıkıp, geniş kapsamlı bir algılama sistemiyle gelen bilgileri değerlendirip, bir takım gerçekleri görebilme durumuna girer.

Bunun tasavvuf dilindeki adı "keşif"tir. Yani üst düzeydeki alıcıların çalışması neticesinde hasıl olan algılama, kavrama, bilgi, değerlendirme vs...

İnsanı ilâhi mânâlara yaklaştıran en değerli yol ilhamdır!... Vahiy ile yeni düzen getirme yolu, Hz. Rasûlullah aleyhisselâm’dan sonra kapanmıştır.

"Vahiy" ile "ilham" arasındaki fark nedir?

"Vahiy"; özden dışa gelen, yani "Hak`tan halka" gelen sezginin adıdır. Melek aracılığıyla direkt özden gelen akıştır!.

"İlham"lar ise kişinin kendi çalışmaları sonucu, kendisinden meydana gelen fiillerin hasılası olarak kendisinde oluşan hassasiyetin kazandırdığı algılamalarıdır.

"Vahiy", Hak`tan direkt olarak, herhangi bir çalışma söz konusu olmadan kendisine nazil olan, ve kendisinde fışkıran ilâhi ilimdir.

"İlham" ise kişinin çalışmaları sonucu kendisinde meydana gelen hassasiyetle, bazı ilâhi gerçeklere muttalî olması, bunların perdelerinin kendisinde açılması; bunları hissedip yaşaması hâlinin adıdır.

Dolayısıyla, her ne kadar genelde, "vahiy" ile "ilham" arasında fark yoktur, derlerse de aslında çok büyük fark vardır!.

İşte bu temel fark dolayısıyladır ki, bir nebi ile bir velinin kıyaslanması asla mümkün olmaz!.

Bu ana neden yüzündendir ki, insanlar velilere itaat ve teslimiyet için mecbur tutulmamışlardır... Fakat nebilere itaat ve teslimiyet zorunlu kılınmıştır!.

Çünkü, ilhamlarda bazı yanılmalar söz konusu olabilir... Fakat vahiyde yanılma olmaz; bireysel değer yargıları asla gerçekleri bulandırmaz!..

Niçin..? Çünkü, "vahiy" direkt "Hak`tan nuzül"dür!... Yanılma payı yoktur!.

Çünkü, beyin faaliyetlerinin ve verilerinin, o gelenin üzerinde bir rolü yoktur!. Direkt olarak beyinde o mânâ oluşur.

Halbuki "ilham"da ise, kişinin beyninin açılma kapasitesine göre alıcılık durumu ortaya çıkar...

O kapasitenin oluşumunu meydana getiren yan faktörler velide hâsıl olan mânâyı etkileyebilir!. Meselâ o anda duyguları, istek veya arzuları o gelen nesneye karışabilir... Ve o gelen nesneyi o istikamette değerlendirebilir...işte bu durum, ilhamda yanılmalara yol açabilir.

Veli yalnız ilham yolu ile bir takım gerçeklere erdiği için; veliye itaat, teslimiyet zorunlu değildir.

Ama nebi için böyle değildir... Nebi`deki vahye hiç bir şey karışmaz!. Ondan sadır olan mana tamamiyle ilahi hakikatlardır.

Demek ki, ilhamda kişinin birtakım yanılmaları, duyguları, arzu veya istekleri, ya da o şeyi alış anındaki ruh hali yanılmalara yol açabiliyor.

Burada açıklığa kavuşturulması gereken bir başka husus da şudur:

Nebi ana karnında nebidir!.

"Nübüvveti târifiye" sahiplerindeki de "vahiy" hükmündedir!.

Ancak şimdi burada, bir noktanın açıklığa kavuşturulması gerekir.

Diyelim ki kişi "Nübüvveti târifiye" sahibidir... Fakat o görev yüklenmeden evvel, velayeti hükmüyle yaşar. Görevle birlikte ondaki olay "vahiy" hükmüne dayanır. Fakat zâhiren nübüvvet görevi açıklanmadığı için aldığına ilham denir. O, doğuşundan görev alışı anına kadar velâyeti hükmüyle yaşar, aldıkları ilhamdır. Görevinin başlamasından itibaren aldığının şekli değişir. Fakat bu değişmeyi de ancak kendisi bilebilir. Başkası dışarıdan bunu bilemez. Çünkü dışarıdan ancak "velâyet" söz konusudur.

Ayrıca o mertebedeki bir kişiyi tanıyabilende ancak yeryüzünde iki veya üç kişidir. O düzeydeki bir kişi zaten zamanın ya "Gavsı", ya "Kutbu Aktabı" ya da "İnsan-ı Kâmili"dir... Ve o düzeydeki bir kişiyi de ancak ya "Gavs" veya "Kutbu Aktap" bilebilir.

Alttakiler, üstlerindekinin kendilerinden üstün bir veli oldığunu bilir; ama hangi mertebede olduğunu bilemez!. Ne olduğunu bilemeyeceği için de alışının ne yoldan, ne şekilde ve ne kadar olduğunu değerlendiremez..

Onu değerlendirmesi de asla mümkün değildir!.

Bunu biz de ancak bu kadar anlatabiliriz!. Çünkü bu, o mertebe ehline ait olan bir ilimdir.

"Vahiy" ile "ilham"ın önemine ve ağırlığına bir de şu yönüyle işaret edelim:

Mesela siz aklınızla, bazı bilgilere sahipsinizdir. Bu bilgileriniz gereği bir işin böyle olması gerektiğini bilebilirsiniz. Fakat sizin duygularınız ağır basar ve bilmenize rağmen bir türlü o şeyi yapamazsınız.

İşte bu bir noktada aklın tasarrufunun zayıflığındandır.

"İlham"ın gücüne en güzel misâl bildiğimiz rüyalardır..

Gece bir rüya gördünüz.. Ertesi sabah kalktığınızda haliniz bambaşka olur!.. Ve o rüyanın tesiri altında, siz o güne kadar yapamadığınız bir işi kolaylıkla yapabilirsiniz... Size bunu yaptırtan, "rüya" dediğiniz "ilham"dır.. Yani, o şeyi hissediş sonucu. Bu hissediş size o işi kolaylaştırmıştır!. işte bu, "ilham"ın "akla" olan üstünlüğüdür!..

Normal şartlarda "aklınızla" bir gerçeği bilmenize rağmen; duygularınız ya da şartlanmalarınız, ağır basarak o şeyi size yaptırtmaz.. Ama o yapamadığınız şeyi gecenin çok kısa bir süresi içinde; 30-40 saniyelik bir sürede gördüğünüz şeyler yani aldığınız ilham, sizi kolaylıkla o işi başarır hale getirir.. İşte bu, bütün yaşamınız boyunca elde ettiğiniz bilgilere, yani "aklınıza" "ilham"ın galebe çalmasıdır.

* * *

İmanın Esasları Amentü

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

İMAN ESASLARI "AMENTÜ"

"Amentü", bilindiği üzere, "İslâm Dini"nin bildirmiş olduğu iman edilmesi zorunlu esaslar bütünüdür.

-Amentü "B"illahi ve

melâiketihi ve

kütübihi ve

rasûlihi vel

yevmil âhir ve

bil kaderi,

hayrıhi ve şerrihi min ALLAH`u teâlâ vel

ba`sü ba`del mevt..

Bundan sonra da şehâdet gelir:

"Eşhedü enlâ ilâhe İLLAALLAH ve eşhedü enne Muhammedün abduhu ve rasûluh".

Burada hemen öncelikle şunu belirtelim ki, "âmentü" sonradan formüle edilmiş bir inanç esasları listesidir.

Kur`ân-ı Kerim’de "amentü" diye bir şey yoktur; tıpkı Kur`ân ’da "İslâmın 5 şartı vardır" hükmünün bulunmayışı gibi!..

İslam`ın şartları bölümünde bu 5 şart hususunu inceleyeceğimiz için, o konuyu yerine bırakıp, burada "âmentü" ile ilgili hususa bir göz atalım...

"AMENTÜ", Bakara Sûresinin 285. âyetindeki müminlerin iman ettiği hususlar açıklamasıyla, gene Kur`ân-ı Kerim’deki "müminlerin iman ettikleri hususlar", olarak belirtilen konuların bir formül şeklinde derlenmesidir!.

Eğer karşınıza birisi çıkıp da,

-Kur`ân ’da "âmentü" yoktur, ben de "âmentüye" inanmıyorum!..

derse şaşırmayın... Zira, bugün böyle diyenler var!..

Ancak bilin ki, Kur`an-ı Kerim’de bütün olarak "âmentü" diye birşey olmamasına karşın; onun içinde belirtilen bütün hususlara iman etmemiz konusunda bizi uyaran ayrı ayrı âyetler mevcuttur; ve buna dayanılarak "âmentü" formülü oluşturulmuştur!

Meselâ bazıları, "âmentü"deki "kadere iman"ın Kur`ân ’da olmadığını öne sürmektedirler; ki onların bu beyanlarının geçersiz olduğunu "KADERE İMAN" bölünü okuduktan sonra siz de tasdik edeceksiniz..

İşte bu sebepledir ki, "âmentü" şeklinde formüle edilmiş "inanç esaslarını" gelin beraberce incelemeye başlıyalım...

Önce şunu anlamaya çalışalım...

Niçin "amentü"...?

Bir şeye "iman" etmek için, önce o iman edilecek şeyin ne olduğunu bilmek gerekir.

Size; "iman ediyor musun?" diye bir sual sorulduğunda; "Neye?" diye sorarsınız. Bu "neye" sorusunun sorulmasındaki gaye; iman edilecek konu veya nesnenin ne olduğunu anlamaktır.

Zira insanın, anlamadığı bir şeye iman etmesi mümkün değildir!. Şayet mânâsı bilinmeden iman ediliyorsa, bu "lâfta iman"dır, "fiili bir iman" olmaz.

Gerçek manada "iman" edebilmek için, önce o "iman edilecek şey"in ne olduğunu bilmek gerekir!.

Ne olduğunu bilmediğiniz bir şeye "iman" etmeniz mümkün değildir.

Bu sebeple iman edecek kişinin aklının başında olması, belli bir idrak derecesinde olması, sarhoş olmaması gibi şartlar aranır.

İman edilecek şeyin, önce ne olduğunun bilinmesi zorunludur!..

Önce, neye iman edilecek?.

Bunun daha evvelinde ise şu soru var...

Neden "iman" etmek gerekli?

"Âmentü" diye bildiğimiz esaslara niçin iman etmek mecburiyetindeyiz?.

Evet, konuya buradan girelim...

Neden iman; sorusunun cevabı şudur:

Bir insan yeryüzünde kendisini şu bedenle tanımaya başlar...

Küçük yaştan itibaren yetiştiği çevre, hangi inançlar, hangi değer yargıları, hangi şartlanmalar; ki bu şartlanmalar kelimesi adet, örf, anane gibi kelimelerin işaret ettiği anlamları da içine alır... evet yetişilen çevre nelere bağlı ise, o çocuk da onlara bağlanarak büyümeye başlar...

Dolayısıyla, kişi kendisini sadece madde bedenden ibaret kabul eder ve madde bedenin yok olmasıyla birlikte de ölüp yok olacak sanır!..

Çünkü çevreden gelen ve beynine yüklenen veriler bu yoldadır...

Bu bedenle doğar, büyür, yer içer, çiftleşir, uyur, ürer ve böylece ömrünü geçirir!...

Eğer düşünce dünyasında "âmentü" diye özetle bahsettiğimiz "iman" edilecek esaslar konusu yer almıyorsa; bu kişi kendisini madde beden olarak kabul eder ve böylesine bir yaşamın sonunda da toprak olup, yok olacağı düşüncesini taşır.

Kendini bu beden kabul edip, sadece bedene dönük istekler ve zevklerle ömrünü tüketmesi sonucunda da, ölüm denen olayı yaşar ve diri diri, şuurlu, aklı başında olarak toprağa gömülür!.

Halbuki karşımıza gelen son Nebi-Rasûl Hz. Muhammed Mustafa Aleyhisselâm bizleri şu mânâya gelen bir ifadeyle şöyle uyarıyor:

"Siz şu anda madde bedenle yaşamanıza rağmen, belli bir süre sonra ölüm denen olayı tadarak, madde beden boyutu ötesinde, yeni bir bedenle bedenlenmek suretiyle, yeni bir bedenle ba`s olmak suretiyle yaşamınıza devam edeceksiniz.

Yani ölüm bir son değil, yeni bir yaşam boyutuna geçiş kapısıdır.

Bütün Nebi ve Rasûller insanları bu madde ötesi yaşam boyutu hakkında uyarmışlardır... Kutsal Kitaplar hep, bu yaşama ancak dünyada iken hazırlanılabileceğini duyurmuşler ve hazırlanma biçimlerini öğretmişlerdir...

Sizin yaşadığınız bu madde boyutunun ötesinde, madde ötesi âlem vardır ve bu âlemlerin canlı türleri olan "MELEK"ler ve "CİN"ler mevcuttur...

Varlığı yöneten Mutlak Zâtın takdiri esastır!.. Hayrın ve şerrin tek kaynağı "O"dur!..

Öyle ise bu gerçekleri farkedin ve yaşamınıza ona göre yön verin ki, sonuçta pişman olmayasınız!...

Bunları anlayıp idrak etmek suretiyle, "BEN" kelimesiyle kastettiğiniz varlığınızın ne olduğunu, geleceğinizin ne olduğunu, nelerle karşılaşacağınızı, ne gibi özelliklere sahip olduğunuzu bilip anlamak üzere benim size bildirdiğim hususlara İ M A N edin ki, böylece sonsuz hayata hazırlanabilesiniz. "

Evet, "âmentü" bu anlatılanların kısaca formüle edilmiş şekli ve bizim de bu anlatılanlara iman ederek ona göre yaşamımıza yön vermemiz isteniyor...

Bu sebepledir ki, bizim "âmentü"ye iman etmemizin tabii sonucu olarak ortaya çıkan sonsuz yaşam tarzını anlayıp kabullenmemiz; tasdik etmemiz; ve bu tasdik ettiğimiz yaşam tarzına göre de kendimize bir rota çizmemiz gereği ortaya çıkmaktadır!..

Ya da kabullenmeyerek, bildirilenlere iman etmiyerek, tamamen çevre şartlanmalarının ve bedeni istek ve arzuların bizi güttüğü bir biçimde dünyayı yaşamaya devam ederiz.

Şimdi bir de şu hususa dikkat edelim..

"Hz MUHAMMED NEYİ "OKU"DU" ismli kitabımızda bahsettiğimiz üzere, Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’a ilk gelen emir "OKU" idi.

Hz. Rasûlullah "OKU" dendiği zaman "NEYİ OKUYAYIM" diye sormadı Cebrail isimli vahiy meleğine..

Eğer Cebrail`in "OKU" diye işaret ettiği şeyi Hz. Muhammed o anda anlamasaydı, "NEYİ OKUYAYIM ?" diye soracaktı.

Fakat "NEYİ OKUYAYIM ?" diye sormadı!.

O ana kadar Kur’ân henüz nâzil olmamış, herhangi bir vahiy de yok!. Fakat buna rağmen Hz. Rasûlullah neyi okuması gerektiğini biliyordu.. Çünkü zaten bunun arayışı içindeydi...

Hıra tepesindeki mağaraya çekilmiş ve "OKU"ması gereken şeyi "OKU"manın yollarını araştırırken, Cebrail ilk vahyi ve ilk vahiy kelimesini kendisine ulaştırıyordu.

"OKU" !..

Hz. Rasûlullah`ın cevabı :

"BEN OKUYANLARDAN DEĞİLİM".

Senin "OKU" diye işaret ettiğin şeyin ne olduğunu ben biliyorum.. Biliyorum ki, bu yüzden ben sana "NEYİ OKUYAYIM?" diye sormuyorum... Ancak henüz ben, onu "OKU"yanlardan değilim. OKU`yamıyorum... anlamını taşıyordu.

İşte henüz onu OKU`yamaması dolayısıyla, ilk gelen vahye iman durumunda oluyor Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm.

Şimdi!..

Neyi okuması isteniyordu ve bu kelime ile işaret edilen şey neydi?

Hiç o ana kadar Kur’ân`dan bir âyet nâzil olmadığına göre "OKU" dendiğinde istenen neydi?

Biz bu konuyu geniş bir biçimde "Hz MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitabımızda izah etmeğe çalıştık. Bu nedenle bu konuya burada daha fazla girmiyoruz.

Ancak burada ifade etmek istediğimiz şey; Hz Rasûlullah`ın henüz okumamış olması ve okumayı dilemesi ve bu hal içinde iken kendisine gelen, bildirilen hükümlere "iman" etmesi...

Nitekim daha sonra gelen Bakara sûresinin son âyetlerinde

"Âmener rasûli Bima ünzile ileyhi min Rabbih.."

denerek bu hususa işaret ediliyor.

"ÂMENER RASÛL" - Rasûl de ( Hz Muhammed ) iman etti...

"BİMA ÜNZİLEiLEYH" - Kendisine inzal olunana!...

Nereden inzal olunana?..

"MİN RABBİHİ" - "Rabbinden" !.

Şimdi burada bir incelik noktası var!.

Rasûl de iman etti; yani, Hz. Muhammed Aleyhisselâm iman etti. Kendisine "rabbin"den inzal olunana!.

"Ünzile ileyhi min "ALLAHi" demiyor... "ALLAH"tan nâzil olana" demiyor...işte bu âyetin incelik noktası burasıdır!..

"Bima ünzile ileyhi min Rabbihi"... "Kendi özünü hakikatını oluşturan Rabbin`den inzal olana" diyor...

Yani, Kur`ân, Cebrail aracılığıyla, şayet tâbiri caiz ise, dıştan vahyolduğu gibi; "BİMA ÜNZİLE" uyarısındaki "B" sırrı itibariyle de, inzalin zâtından gelen bir boyutsal derinlik ihtiva ettiği bize farkettirilmek istenmektedir burada!..

Bu açıdan değerlendirebilirsek âyeti, anlıyabildiğimiz kadarıyla anlamı şöyle olur:

"RASÛL, ÖZÜNÜ OLUŞTURAN RABBİNDEN İNZAL OLANA İMAN ETTİ"

Nitekim burada Hazreti Rasûl Aleyhisselâm’ın bir açıklamasına değinelim:

-"Bana Kur`ân bir defada nâzil oldu"!...

Buradaki "inzâl", yaratılışındaki fıtratına verilen bir programlamadır, anladığımız kadarıyla...

Nitekim Nahl Suresi 68. âyetinde de bu hususa şöyle işaret edilmektedir:

"RABBİN BALARISINA VAHYETTİ Kİ..."

Demek oluyor ki, "VAHİY" varlığın özünden, zâtından gelen bir şekilde nâzil oluyor; ki o varlığın zâtı da Âlemlerin rabbı olan Rabbül âlemiyndir!..

"B" sırrına ileride değineceğiz gene...

Yani, "Hakikatı olan Rabbin`den nâzil olmaktadır Kur’ân" ki onun rabbi de RABBÜL ÂLEMİN`dir.

Ve Cebrail Aleyhisselâm, Rabbülâlemin`den aldığı vahyi Hz. Rasûlullah`a ulaştırmış oluyor. Bunun geniş izahını, neden böyle olduğunu "İNSAN VE SIRLARI" isimli kitabımızın "Rab rubûbiyet; "ALLAH" Ulûhiyet" kavramlarını içeren bölümünde açıklamıştık. Arzu edenler kitabımızın ilgili bölümünden bu konuyu tetkik edebilirler.

Şimdi, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın bildirdiği biçimde, biz de iman etmek mecburiyetindeyiz...

Neye ?...

Önce "Âmentü Billah" diyeceğiz...

sırada "âmentü billah"...

sırada "ve melâiketihi"...

sırada "ve kütübihi"...

sırada geliyor "ve rasûlih"...

Neden dördüncü sırada geliyor... "Âmentü billahi ve rasûlihi" demiyor da; "Âmentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rasûlihi" diyor... "Rasûle iman" dördüncü sırada geliyor?

Bunun üstünde durmak gerek!..

Ondan sonra da "vel yevmil âhir".. "Âhirete", veya "âhiret gününe" veya "âhir güne"... iMAN!.

Buradaki her değişik okuyuş, değişik anlamlar ortaya çıkaracaktır..

"Ve bil kadere" ifadesini, "kadere iman" diye çevirmek anlayışımıza göre yanlış ve yetersizdir!..

"Ve hayrın ve şerrin "ALLAH"tan olduğuna"...

"vel ba`sü ba`del MEVT"... Mevtin akabinde yeni bir bedenle var olmaya...

İşte bütün bunlara "iman" ettikten sonra, bu iman edilen hususlarda kişi bilincinde tatmine ererse, o zaman "kelime-i şehâdeti" ifade edebilecek "Amentü"ye ilaveten.

Diyecek ki:

"Eşhedü"; "Şehâdet ederim ki..."..

Bu şehâdetinin neye olduğuna açıklık getirecek...

"Tanrı ve tanrılık kavramı söz konusu olmayıp, sadece ALLAH mevcuttur"!...

Ve ayrıca Hz. Muhammed Aleyhisselâm efendimizin "ALLAH"ın "abd"ı ve "rasûl"ü olduğuna da şehâdet edecek!..

Ancak burada dikkat edilmesi gerekli olan husus şu:

"Şehâdet ederim" diyorsun.

Şahitlik, gördüğün şeye edilir!... Eğer görmediğin şeye şahitlik yapıyorsan, bu "yalancı şâhitlik" olur.

Onun için şehâdette, "şâhit olmak" vardır; olaya şahit olmak!.

Ya da, "duyduğuma göre" diyeceksin!..

Ya şahit olacaksın o işn öyle olduğuna; veyahut, "ben bu işe şahit değilim ama, böyle olduğunu duydum", diyeceksin... Böyle demek zorundasın!.

Bugün mahkemeye gidipte görmediğin bir şeye şahitlik etmeğe kalktığın takdirde, hakim sana, "gördün mü bu işi" diyecek; sen de "hayır görmedim" diyeceksin!.

"Peki neyin şâhidisin sen?"

"Duyduğuma şâhidim... Böyle olduğunu duydum!.."

"Şahit misin, gördün mü?"

"Hayır görmedim!.."

"O zaman sen şâhit değilsin arkadaş!.." derler adama...

Öyle ise "eşhedü" yani "şahidim ki" derken bir düşünmek gerekir!...

Gerçekten "şahit" miyiz; yoksa "lâf olsun" diye mi "şâhidim" diyoruz?... Neye, nasıl şahidiz?...

* * *

Amentü Billahi

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

ÂMENTÜ "BİLLÂHİ"

Şimdi biz başlayalım "âmentü Billah"den ...

"Âmentü"; "iman ettim"...

Neye?... "Billah" !.

Burada dikkat edersek "ALLAH" kelimesinin başına gelen bir "B" harfi var.

"Billah" diyoruz... Bu "Billah"ı, baştaki "B" harfinin anlamını göz önüne almadan sadece, "ALLAH"a iman ettim", diye anlamak ve öylece kabullenmek son derece yetersizdir.

Bu İslamiyeti ve Hz. Rasûlullah efendimizin getirdiklerini, gök tanrıya tapanların anlayışı seviyesine düşürmeğe yol açar!.

Hz Muhammed Mustafa`nın getirdiği "vahdet" anlayışı, "TEKlik kavramı"; "Billah"ın başındaki "B" harfinin anlamı dikkate alınmazsa, tamamiyle örtülür; ve neticede İslam’ın, Kur`ân ‘ın vurgulamak istediği "ALLAH" kavramı, ilkel insanların "gök tanrı" anlayışına dönüştürülmüş olur!.

Buradaki "B" harfinin sırrı nedir; ve başına geldiği kelimenin anlamını ne şekle sokar?...

Bu konuda, Türkiye Cumhuriyetinin en değerli ve bilgili yorumcusu olan Elmalılı Hamdi Yazır`ın "Hak dini Kur’ân dili" isimli tefsirinin 1.cildinin 42. sayfasında bir izah var...

Diyor ki :

"Bu sayededir ki, biz ismullah ile visal peydah ediyoruz. Yani "B" harfi ile. Bütün vücudun ve terakkiyat-ı vücud`un mebdei evveli ve matlubu mutlakı olan "ALLAH"-ı Rahman-ı Rahim`in ismini kalbimizde niyet ettiğimiz ve henüz vücudunu görmediğimiz iradi fiilimize rapt ederek lafz-ı veciz, manası cihan şümul bir kelâmı beliğ söyleyebilmemize vesile olan ancak bu "B" harfidir.

Bizim işmizde ne kadar faili mutlak olursak olalım, ef`alimizin illeti taammesi olmadığımız muhakkaktır. Çünkü bizim iradelerimiz, vücut silsilesinin kat`i bir haddi evveli değil, onun cereyanı içinde bir lahzai tahavvüldür."

Bundan sonra devam ediyor ve diyor ki:

"Eazımı müfessirin (Yorumcuların en büyük ve bilgilileri) diyorlar ki:

"Ba" nın buradaki mânâyı ilsakı ya mülabest ve musahabet veya istianedir. Yani şuurumuzda hasıl olacak olan nisbet; "ALLAH", rahmanı rahim" ismine bir mülabest ve maiyyet hissi veyahut "ALLAH" isminin veya rahman, rahim sıfatlarının müsemma ve medlullerine nazaran rahmeti ilahiyyeden istimdat ve istiane hissidir.

Bu tevile göre "B" harfini mülabese anlamına alarak açıklanırsa besmelenin meali :

"ALLAH"`ı rahmanı rahim namına demek olur.

Yani "B" harfi mülabese anlamına alındığı zaman,

-ben bunu onun namına, ona hilâfeten, onu temsilen, onun bir aleti olarak yapıyorum. Bu iş, hakikatta benim veya başkasının değil, ancak "O"nundur!...

demek olur.

Bu da vahdeti vücut mülahazasına raci bir fenafillah halidir ki ancak risalet, vilayet, hakimiyet, tasarruf gibi makamatı mahsusada cari olur..."

Şimdi bunu özetlemek ve günümüz diliyle açıklamak gerekirse...

"Âmentü billah" dendiği zaman, "B"nin buradaki işaretinin "ALLAH" isminin anlamını gerçek ve mutlak mânâsıyla anladıktan sonra; kendinin, "ben" dediğin şeyin, "O"nun dışında, ayrı bir varlık olarak var olmayıp; "ALLAH" varlığı ile kaim ve var olan bir yapı olduğuna "İMAN" etmek anlamında olduğu anlaşılır.

Yani, "Âmentü", "iman ettim";

"B`illah", mutlak ve gerçek anlamda "ALLAH"ın varlığına; benim kendi varlığımın da, "O"nun varlığı, vücudu ile kaim olduğuna; tüm varlığımın, tüm boyutlarıyla, sadece "O"nun esmasıyla mevcut olduğuna; "O"nun varlığı dışında hiç bir varlık ve özelliğimin olmadığına "iman ediyorum", demektir bu.

İşte burada önemli olan husus, Kur`ân dilinde ve Hz Muhammed Aleyhisselâm’ın açıklamasında ötenizdeki bir "TANRI"ya iman değil; varlığınızın her zerresindeki; tüm boyutlarınızı meydana getiren "ALLAH"`a iman üzerinde durulmasıdır.

Nitekim Hz. Ali`ye atfedilen, "Kur`ân’ın sırrı Fâtiha`da; Fâtiha`nın sırrı Besmele`de; Besmelenin sırrı da B harfindedir" şeklindeki uyarı da bu yukarıda açıklamaya çalıştığımız hakikata dayanmaktadır!..

İşte gene bu yüzdendir ki, "MÜMİNLERE" hitabedilerek "İMAN EDİN" denmektedir Nisa Sûresi 136. âyetinde...

"YA EYYÜHELLEZİYNE AMENU, ÂMİNU BİLLAHİ......"

"EYiMAN ETMİŞLER, İMAN EDİNİZ " B "NİN işaret ettiği ANLAM KAPSAMIYLA ALLAH`A...."

Öte yandan "İMAN ETTİM" dedikleri halde "İMAN ETMEMİŞ OLANLAR" da vurgulanmaktadır Bakara sûresinin 8. âyetinde...

Şimdi bu anlayışla aşağıda nakledeceğim âyeti anlamaya çalışalım:

"Ve minen nasi men yekulu ÂMENNA BİLLAHİ ve BİLYEVM`İL ÂHIRİ; Ve mahüm BİMÜ`MİNİN" (2-8)

"İNSANLARDAN BİR KISMI, #B#NİN SIR ANLAMIYLA ALLAH`A VE GELECEĞİMİZE İMAN ETTİK, DERLER; AMA bunun bilincinde olarak iMAN ETMEMİŞLERDİR!."

"B" harfini mânâsının bilincinde olmadan kullanarak; "ALLAH" kavramının mânâsını hakkıyla idrak etmeden "İMAN ETTİK" diyenlerin, gerçekte "İMAN ETMEMİŞ OLDUKLARINI" gördüğünüz gibi bu âyet çok açık bir tarzda vurgulamaktadır!.

"Bilyevm`il âhıri"de ise "ALLAH`A RÜCU" sırrına işaret vardır; ki bu dahi anlaşılamadığı için, elbette ki buna da hakkıyla "İMAN EDİLMEMİŞTİR"!..

Evet, "B" sırrına iman etmiyenler böyle!... Ya "İMAN EDENLERE ne var?..

"Feemmelleziyne âmenu BİLLAHİ va`tesamu Bihi feseyudhıluhum fiy rahmetin minhü ve fadlin ve yehdiyehim ileyhi sıratan mustakıyma" (4-175)

"# B #nin sır anlamıyla ALLAHA İMAN EDENLERE VE BU İMAN GEREĞİNİ YAŞAYANLARI ALLAH ZÂTİ RAHMET VE FAZİLETİNE ERDİRİR; VE SIRATI MUSTAKIYME HİDÂYET EDER"

Evet, ilk aşamada insanlar, putlardan, yıldızlardan yani belli bir kapasite ya da kapsamı olan ötedeki "tanrı" kavramından kurtarılıp, tek müessir güç olarak "ALLAH"a yöneltilirken...

Daha sonraki aşamada, tüm varlığı ve dolayısıyla da "İNSAN"ı kendi varlığından meydana getiren; bununla beraber de, o birimlerdeki mânâlarla kayıtlanmaktan münezzeh yani beri olan "ALLAH" kavramı insanlara idrak ettirilmek isteniyordu!.

Birinci basamak... ÖTEDEKİ TANRI...

İkinci basamak... ÖTE*N*DEKİ TANRI...

Son idrak... SADECE, "ALLAH" !...

İşte akıl, anlayış sahibi istidatlı müminlere, Kur`ân ‘ı Kerim’de yapılan bu hitap, aynı zamanda tasavvufun yani "VAHDET" anlayış ve yaşamının tavsiyesi mâhiyetindeydi..

Ancak bu sahada yapılan çalışmalar sonucudur ki, insan, vehmi benlikten yani nefisten kurtulup; "ÖTEDEKİ TEK TANRI" anlayışından terakki edip, her şeyin aslı, hakikatı, ZATI olan "ALLAH" idrakına erişebilir!.

Ve takdirinde varsa, bunun doğal sonuçlarını da yaşar!...

Buna erene diyebileceğimiz, "ALLAH hazmını versin" olacaktır!...

* * *

B sırrıyla Anlayış

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"B" SIRRIYLA ANLAYIŞ

Söz buraya gelmişken, isterseniz, almış olduğumuz bu "B" harfi sırrıyla bazı âyetleri değerlendirmeye çalışalım:

"Vallahu muhıytun Bilkâfiriyn" (2-19)

"GERÇEĞİ ÖRTENLERİN HAKİKATI OLARAK ALLAH ONLARI KAPSAMAKTADIR"

"Vallahu Bikülli şeyin alim" (2-95)

"ALLAH ŞEYLERİN KENDİSİNDE OLARAK HERŞEYİ BİLİR"

"Vallahu basiyrun Bima ya`melun" (2-96)

"ALLAH ONLARIN YAPTIKLARININ MEYDANA GETİRİCİSİ OLARAK YAPTIKLARINI BİLMEKRTEDİR"

"İnnallahe Binnasi leraufur rahiym" (22-65)

"ŞÜPHESİZKİ ALLAH İNSANLARIN HAKİKATI OLARAK (insanlardan) RAUF VE RAHİMDİR"

"Vallahu a`lemu Bima yektumun" (3-167)

"ALLAH ONLARIN GİZLEMEKTE OLDUKLARININ HAKİKATI VE ASLI OLARAK GİZLEDİKLERİ NİYETLERİNİ BİLİR"

"Vallahu raufun Bil ibad" (3-30)

"ALLAH KULLARININ VARLIĞINDA OLARAK ONLARA RAUFTUR(çok çok merhamet etmektedir)"

"Vema tef`alu min hayrin feinnallahe Bihi aliym" (2-215)

"NEiYİLİK YAPARSANIZ, KESİNLİKLE ALLAH ONUN HAKİKATI OLARAK YAPTIĞINIZI BİLİR"

"Vallahu Bima ta`melune habiyr" (3-180)

"ALLAH YAPTIKLARINIZIN HAKİKATI VE OLUŞTURUCUSU OLARAK YAPTIKLARINIZDAN HABERDARDIR"

"Vema tunfiku minhayrin feinnallahe Bihi aliym" (2-273)

"İYİLİK OLARAK NE BAĞIŞLARSANIZ, GERÇEKTEN ALLAH ONUN HAKİKATI OLARAK ONU BİLİR"

"İnnallahe aliymun Bil müfsidiyn" (3-63)

"ŞÜPHESİZKİ ALLAH MÜFSİDLERİN ASLI VE HAKİKATI OLARAK ONLARI BİLİR"

"Vallahu aliymun Bilmuttakıyn" (3-115)

"ALAH KORUNANLARIN VARLIĞI VE HAKİKATI OLARAK KORUNANLARI BİLİR

"İnnallahe aliymun Bizatissudur" (3-119/154)

"ŞÜPHESİZKİ ALLAH KALPLERİNİN ZÂTI OLARAK İÇİNİZDEKİNİ BİLİR"

"İnnallahe Bima ya`melune muhit" (3-120)

"ŞÜPHESİZKİ ALLAH, YAPTIKLARININ HAKİKATI OLARAK YAPTIKLARIN İHÂTA ETMİŞTİR"

"...Ve ci`na Bike ala haulâi şehiydan" (4-41)

"SEN OLARAK ONLARIN ÜZERİNE ŞAHİDİZ"

"Seyeczihim Bima kanu yefterun" (6-138)

"İFTİRALARININ VARLIĞIYLA ALLAH ONLARI SONUÇLARINA KATLANDIRIR"

"Ve mimmen halekna ümmetün yehdune Bilhakkı ve Bihi ya`dilun" (7-181)

"YARATTIKLARIMIZDAN HAK OLARAK HİDÂYETİ BULAN VE HAK OLARAK ÂDİL DAVRANAN BİR ÜMMET DAİMA VARDIR"

"Katiluhum yuazzibihumullahu Bieydiykum" (9-14)

"ONLARLA MUKATELE YAPIN Kİ, ALLAH ELLERİNİZ OLARAK ONLARA AZAB VERSİN"

"İnne rabbiy Bikeydihinne aliym" (12-50)

"ŞÜPHESİZKİ BENİM RABBİM, O KADINLARIN HİLESİNİN HAKİKATI OLARAK, ONLARIN HİLESİNİ BİLİR"

"Ve Binnecmi hüm yehtedun" (16-16)

"YILDIZ OLARAK ONLARA HİDÂYET ULAŞTIRMAKTAYIZ"

"İnnallahe habiyrun Bima yasneun" (24-30)

"ŞÜPHESİZKİ ALLAH, ONLARIN YAPTIKLARININ HAKİKATI OLARAK ONLARIN YAPTIKLARINDAN HABERDARDIR; YAPTIKLARINI BİLİR"

"Vallahu aliymun Bima yef`alun" (24-30)

"ALLAH ONLARIN FİİLLLERİNİN HAKİKATI OLARAK ONLARIN TÜM FİİLLERİNİN HAKİKATI OLARAK ONLARIN TÜM FİİLLLERİNİ BİLİR"

"Ve kefa Bihi Bizunubi ibadihi habiyran" (25-58)

"ZENBLERİNİN VARLIĞI OLMASI YETERLİDİR ONLARIN GÜNAHLARINDAN HABERLİ OLMASI İÇİN"

"ELA innahu Bikülli şey`in muhıyt" (41-54)

"DİKKAT ET, KESİNLİKLE O, ŞEYİN TÜMÜ OLARAK HER ŞEYİ KAPSAMAKTADIR"

"İn yeşe` yüzhibkum ve ye`ti Bihalkın cediyd" (35-16)

ALLAH DİLERSE SİZİ YOKEDER VE YENİ BİR YARATIŞLA AÇIĞA ÇIKAR"

"Ve huve Bikülli halkın aliym" (36-79)

"O YARATILMIŞLARIN TÜMÜNDE VAROLDUĞUNDAN YARATILMIŞLARINI BİLİR"

"İnna zeyyennes semaed dünya Biziynetil kevakib" (37-6)

GERÇEKTEN BİZ DÜNYA SEMÂSINI DEĞERLİ NESNELER OLAN YILDIZLARLA DONATTIK"

Bu âyetlere bir de bu anlamlar yönünden bakarsak acaba bize ne gibi kapılar açılır?...isterseniz bunları da bir düşünelim...

Evet, bunları kavrayabildiysek, şimdi bu anlayışla farketmeye çalışalım...

Hiç bir yerde "ilâh"a imandan söz edilmemektedir; çünkü "ALLAH", "TANRI" değildir!.

"Senin ilâhın-tanrın ALLAH`tır" sözünün mânâsı "ALLAH tanrıdır" demek değildir!... Bu belki, "Senin ilâh-tanrı bildiğin, sandığın varlık gerçekte ALLAH`tır; ki O tanrı olmaktan münezzehtir" anlamına alınabilir...

Bunun izahını geniş olarak "Hz MUHAMMED`İN AÇIKLADIĞI ALLAH" isimli kitabımızda yaptık. Arzu edenler bu hususu oradan tetkik edebilirler...

Evet, "ALLAH"a iman derken, "ALLAH"ı en asgari sınırı ile "İhlas" sûresinde belirtilen biçimde anlamak gerekir.

Şayet "ALLAH"ın "AHAD" olduğunu akıldan çıkarırsak; veya "ALLAH"ın "AHAD" olduğunun manasını anlamadıysak; "ALLAH"ın "doğurulmamış ve doğurmamış olduğunun" mânâsını farkedemediysek, çözemediysek, idrak edemediysek; bu takdirde biz, "ALLAH`a inanıyorum" deriz; hem de "Âmentü billah" dememiş oluruz!... Lâfını etmiş, dille söylemiş oluruz; fakat, anlayış olarak bu kavramdan mahrumuzdur...

İşte bu durumdakilerin halini açıklayan âyet de şudur:

"İNSANLARDAN BİR KISMI # B #NİN ANLAMIYLA ALLAH`A VE GELECEĞİMİZEiMAN ETTİK DERLER; AMA SÖYLEDİKLERİNİN BİLİNCİNDE OLARAK İMAN ETMEMİŞLERDİR" (2-8)

Çünkü...

İhlâs sûresinde, "ALLAH"ın Ahad olduğu; bölünmez, parçalanmaz, cüzlerden meydana gelmemiş, parçalardan oluşmamış; sonsuz sınırsız TEK olduğu belirtildiğine göre...

Ve de "Samed" olarak, ona herhangi bir şeyin girmesinin, ya da ondan her hangi birşeyin çıkmasının mümkün olmadığı, anlaşılabildiği zaman...

Ve gene "O"ndan meydana gelmiş ikinci bir varlığın var olmadığı; ayrıca "O"nun başka varlıktan meydana gelmesinin söz konusu olmadığı farkedildiğinde; ve bunun anlamı kavranıldığında, zaten otomatik olarak bizim "ben" dediğimiz varlık, hiç "var" olmamış olarak "yok" olur!.

Ya da çok basite indirgeyerek açıklıyalım... "ALLAH"ın "SINIRSIZ" varlığına İMAN EDİLDİĞİ ZAMAN!... Yani, "SINIRSIZ" varlığı dolayısıyla hiç bir boyutta "O"nun yanısıra ikinci bir varlığın mevcudiyetinden sözedilemiyeceği kavrandığı zaman... Görülecektir ki "sen"(ben) zaten hiç "var" olmamışsın... "Yok"sun!... "YOK" mayasından oluşmuş bir "yok" mevcutsun; ki gerçekte tüm varlık sadece "O"dur!

Varolmamış bir şey nasıl "yok" olur?..

Varolmayan bir şey, gerçekte, ancak beşduyunun oluşturduğu zanda "var" kabul edilir; o zanda "var" kabul edilen "benlik" idrak oluşunca da "yok" olur demektir!. Yoksa, gerçekten "var" olan hiç bir şey "yok" olmaz!..

Çünki her şeyin varlığı, "ALLAH" varlığıyla mevcuttur!... Ki, o şeyin mutlak mânâda "yok" olması demek, sonuçta ALLAH varlığının "yok" olması demek olur..

Evet şimdi biz yine ana konumuza dönelim.

"ALLAH"a iman, işte böylesine "ALLAH"ın "TEK"liğine iman ile birlikte, getirisi olarak, kendi varlığının, Hak`kın varlığı dışında var olmadığını idrak etmek suretiyle meydana gelir.

Eğer kendi varlığının "var" olmadığını anlarsan, işte o zaman dersin ki: "Amentü Billah"...

Ben, "ALLAH"ın varlığına, "O"nun varlığı ile kaim ve mevcut bir varlık olarak iman ediyorum.

Bu konuda bakınız tahkiki imanın neye olması icabettiği Hamdi Yazır ünlü tefsirinde nasıl anlatıyor:

"İslamda emrolunan umumi mevzuu iman "Lâ iahe illallah" tevhidi, yani Tevhidi Ulûhiyettir. "La mevcûda illallah" diye ifade edilen Tevhidi Vücud değildir.. Bu olsa olsa, tariki marifette kat`ı merahil (aşama yapmış) etmiş havass için mevzuu bahs olabilir..

Ve bizim nazarımızda, tevhidi vücud alelıtlak münker değil, belki keşfen müsbettir!.

Lâkin "Allah`tan başka mevcud yoktur" demekle, "her mevcut Allah`tır" demek arasında pek büyük fark vardır..

Evvelkisi, "tevhidi mahz"(sırf tevhid) olabilir; lâkin ikincisi şirki mahz(sırf şirk)dır...

"Allah`tan başka mevcud yoktur" denildiği zaman, mâsivâya isnad edilen vücudun hakiki olmayıp, hayâli, vehmi, şuûrda yansıyan bir emri zıllî olduğu; ve vücudu hakikinin ancak ALLAH`a muhtas bulunduğu ikrar ve âlemin bizâtihi ve lizatihi vücuduhakikisi nefyedilmiş olur ki, bu vahdeti vücuddur...

Çünkü, keşfen sabit olduğu üzere, biz âlem namına ne biliyorsak, hepsi mahsusatımız, hayâlimiz, suveri zihniye ve intibaatı ruhiyemizden (ruhen hissedişimiz) ibarettir... Bunları ayan tasavvur etmemiz, ve bil`izafe hak diyebilmemiz, Zatında Vahidi Ekmel olan Hak mefhumunun ezelen ve ebeden tahakkukunu tasdik sayesinde mümkün olabilir ki, bunu fatihada izah etmiştik...

Binâenaleyh, "vahdeti vücud" tevhidi vücudisi, eşhabı âlemin zılli, ve hayâli olduğunu görmek, ve onları silip maverasındaki Hakkı Vahidin vücuduna iman eylemek ile mümkün olur!." (c:1, s:576)

Evet, mârifete erer, gerçeği farkedersen; "ALLAH"`ın varlığı ile mevcut ve kâim bir varlık olduğuna iman edersin; ki bundan sonra da artık sende "bireysel benlik, kendini bir birim olarak kabul etme" kavramlarının olmaması gerekir.

Ama gene de bu birimsellik kavramı sende olur mu, olur!...

Niye olur?..

"ALLAH" öyle dilediği için olur!.

Çünkü onun dilediğine ve yaptığı işlere karışacak onun dışında ikinci bir varlık söz konusu değildir.

Bu husuta akla gelen bazı ayet mealleri var:

"ALLAH" dilediğini halk eder." "Yahluku ma yeşa"

"ALLAH" dilediğini yapar." "Yef`alü ma yürid."

"Ona yaptığından sual sorulmaz." (21-23)

Şimdi burada bir ince nokta daha var... "ALLAH"a yaptığından sual sorulamaz; demiyor!. Yani, sorulabilir ama sorulmaz, sorabilirsiniz ama sormayın gibisine değil...

Yaptığından sual sorulmaz, yani sual sorulması imkan dışıdır, olanaksızdır!. Niye olanaksızdır?..

Çünkü "ALLAH" dışında ikinci bir varlık yoktur ki, sual sorsun!. Dolayısıyle "ALLAH"`a yaptığından sual sorulmaz!.

Gelelim ikinci iman edilecek hususa:

* * *

Ve Melaiketih "meleklerine"

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"VE MELAİKETİH"... "MELEKLERİNE"...

Şimdi dikkat edelim...

"Âmentü"iman ettim, "ve" sözü ile "meleklerine" bağlanıyor!.

Meleklerine iman, "ALLAH"a imanın hemen akabinde ikinci sırada geliyor.

Niçin meleklere iman bu derece önemli?

Niçin kitaba ve rasûle imandan önce geliyor sıralamada?..

Nitekim "Amener resûli" diye bildiğimiz Bakara Sûresi sonundaki ayetlerde de:

"Küllün amene billahi ve melâiketihi ve kütübihi ve resûlih..."

diye bu sıralamayı bildiriyor!...

Meleklere iman nedir, nasıldır ve niçindir?

Bu konuyu "RUH İNSAN CİN" isimli kitabımızın genişletilmiş 10. baskısında oldukça izah etmeye çalıştık.. Şimdi burada da bir bölümüyle üzerinde duralım.

Melâike varlığını "ALLAH"`ın "esma`ül hüsna"sından alır!. "ALLAH"ın isimleri yani esmâül hüsnâ, (güzel isimler) manalarını ortaya koymaya başladığı anda oluşan mânâ varlıklar "MELEK" adını alır.

"Melek", "melk"ten gelir ki, "güç, kuvve" anlamınadır... "ALLAH"ın kuvvede mevcut özelliklerinin-esmâsının- açığa çıkması ile oluşan birimler anlamınadır..

Bu itibarla melekler, "ALLAH" rasûlleridir!..

Ef`âl âlemi denen fiiller âleminin, yani bütün bu gördüğümüz-göremediğimiz, algıladığımız-algılayamadığımız fiillerin, bireylerin, birimlerin yani "kesret" denen "çokluk" âleminin meydana geldiği, oluştuğu ilk boyut, melekler âlemidir.

Arşın üzerinde melekler yoktur!.

ARŞ, soyut bir kavramdır!.

ARŞ, soyut olan sırf mânâ ile çokluk arasındaki sınırıdır.

Arşın üstü isimler, yani ALLAH`ın ilminde bulduğu, özellikler âlemidir!.

İsimlerin mânâlarının olduğu boyuttur. Esmâ ve sıfat mertebesidir; ki, bu boyutta sadece "ALLAH"a ait soyut özellikler mevcuttur...

Arşın altı ise, bu isimlerin mânâlarının kuvveden fiile çıktığı, birimleştiği ve de fiiller âleminin oluştuğu boyuttur .

Nitekim Kur`ân`da;

"RAHMAN ARŞIN ÜSTÜNE ISTİVA ETMİŞTİR"

dendiği zaman, burada işaret edilen şey "Rahmâniyet" mertebesidir!..

Yani çokluğu, kesreti, birimleri meydana getiren isimler ve vasıfların, soyut özelliklerin olduğu Sıfat mertebesi demektir..

Sıfat mertebesi, sahip olduğu özellikler itibarıyla esmâ mertebesi diye de anlatılır.

Esmâ mertebesi denen şey, ilâhi isimlerin anlamlarından başka bir şey değildir.

İşte bu ilâhi isimlerin var olduğu boyut arşın üstüdür...

Bu isimlerin mânâlarının kuvveden fiile çıkması, mânâdan birimselliğe, çokluğa dönüşmesi de arşın altına tenezzülü diye anlatılır.

Meleklerin yapısı ve özelliği hakkında bazı hususları anlatmadan önce, değerli müfessir (yorumcu) Hamdi Yazır merhumun "Hak Dini Kur`ân Dili" isimli tefsirinden meleklerle ilgili bazı nakiller yapmak istiyorum...

"Halbuki âlemde hiç bir hâdise olamaz ki, ona kudreti ilâhiyenin bir taalluku mahsusu bulunmasın; binâenaleyh, cinsi melâike, kudret ve tekvini ilâhinin vahdetten kesrete tevezzuunu, ve onun tenevvüat ve taayyunatı mahsusasını ifade eden mebadii faile olarak mülahaza edilmek lazımgelir...

Ve kâinatta hiçbir şey, hiç bir hadise, hiç bir fiilü hareket tasavvur olunamaz ki, böyle bir risâlet vâki olmuş olmasın!.

Bundan başka bir nevi melâike daha vardır ki bunlar hadisatı tekviniyeden mukaddem, şuuni emriye ve kelamiyeyi, tabiri aharle şuuni ruhiyeyi mevcudatı akılenin cereyanı ruhisine ait evamir ve irşadatı rabbaniyenin tecelliyatı mahsusasını ifade ederler...

Bunlar daha evvel rasûli idrakdirler, müdrik ve muhtar olan mebadii faileye kablel fiil hayrın ve rızayı ilahinin vichesini ira`e eylerler ve melaikeye olduğu gibi beşere de müvekkeldirler....

Gördüklerini madde zannedenler, onu kuvvet sayesinde gördüklerini bilmelidirler....

...binaenaleyh melâikesiz bir hadise tasavvuru gayri mümkindir; melâikesiz bir katra yağmur bile düşmez.... "

Merhum Hamdi yazır bu arada iki de Rasûlullah açıklamasına yer veriyor:

"Semâ gıcırdamaktadır!... Ve gıcırdamak da hakkıdır!. Onda bir ayak basacak kadar yer yoktur ki, bunda secde ya da rukû halinde bir melek bulunmasın!.."

"Efendimiz Aleyhisselâm mi`raca çıktıklarında kale burçları gibi bir mevkide bir takım melâike görmüştü.. Bunlar birbirlerinin yüzüne doğru karşılıklı olarak yürüyüp gidiyorlardı...

Rasûlullah, Cebrail`e sordu; Cebrail,

-Bilmiyorum; ancak yaratıldığımdan beri ben bunları görürüm; ve daha evvel gördüğümün bir tanesini bile bir daha görmem!. dedi...

Onlardan birine ikisi birden sordular:

-Sen ne zaman yaratıldın?..

cevap verdi o melek:

-Bilmiyorum... ama Cenâb-ı Allah her dörtyüzbin yılda bir yıldız yaratır; ben yaratıldığımdan beri de dörtyüzbin yıldız yarattı!..." (c:1 s:303-308)

Bizim zaman birimimizle o boyutun bir günü Kur`ân ‘a göre ellibin yıl olursa... Varın buna göre bu boyutu ve varlıklarını siz düşününün!...

Evet, biz gelelim bu konudaki açıklamalarımıza...

Arşın altındaki, yani, sırf mânânın çokluğa dönüştüğü mertebedeki ilk varlık "RUH" adlı melektir.. Ayrıca "RUH-U ÂZAM" diye tanınır.

Bu Melek sahip olduğu ilim itibarıyla "AKL-I EVVEL" adını alır. Bİr diğer ifadesiyle de "Nurların NURU"dur!.

Hayatiyet ve hayat kaynağı olma vasfı itibarı ile, hayat vasfı itibarıyla "Ruh-u Âzam" denir.

Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm efendimizin "hakikatı-aslı-orijini-kaynağı" olması yönüyle de "HAKİKAT-I MUHAMMEDİYE" denilir.

"ALLAH" evvelâ aklımı yarattı, "ALLAH" evvelâ nurumu yarattı..."

diye Hz. Rasûlullah`ın açıklamasında yer alan "akıl" ve "nur", işte bu "Ruh" adlı Melek, yani, "RUHU ÂZAM"dır.

Yani, bölünmesi parçalanması söz konusu olmayan, manada beliren ilk tekillik, birimlik kavramıyla mevcut olandır.

Soyutun somuta dönüşmesi sınırında oluşan varlıktır.. Elbette burada, beş duyuya göre somutluktan sözetmiyoruz!..

Yani, "ilmi ilâhi"de ilk mânâ sûretinin belirmesidir. Arş ve bunun altındaki oluşan ilk melektir.

Bu Melek`ten katman katman, boyut boyut diğer melekler meydana gelmiş; ayrıca her bir boyutun da kendine has melekleri oluşmuştur...

Melekler nur yapılıdır. Bunu bugünkü dille ifade etmek gerekirse, enerji kökenlidir diyebiliriz.

Herşey enerjiden meydana gelmiştir dendiği zaman, burada bahsedilen enerjidir.

Yalnız bir yanlış anlamayı ortadan kaldıralım...

Enerji "ALLAH"`ın "kudret" vasfının kuvveden fiile çıkması hâlindeki adıdır. Yani "NUR"`dur. "Nur" diye bahsedilen şey bir tür "salt enerji"dir.

Bu bilinçli enerji (kudret), -kozmik bilinç- evrende var olan herşeyi kendisinden meydana getirmiştir.

Bir diğer ifade ile, bu kâinatta var olan herşey, O "RUH" adlı Meleğin gücünden, "O"nun ilmiyle meydana gelmiştir!.

Eğer varlıktaki nesnelerin, yani kesitsel algılama araçları ile algılayabildiğimiz veya algılayamadığımız; tesbit edemediğimiz ama akıl yollu varlığını kabul ettiğimiz bütün varlıklar, gerçekte hep meleklerin varlığından ibarettir.

Çünkü, evrende var olan her şey "enerji"den meydana gelmiştir... Yani, "nur"dan meydana gelmiştir... Meleklerin varlığı da "nur"dur; dolayısıyle, meleklerden meydana gelmemiş hiç bir şey yoktur!.

"İnsan" denilen varlığın aslı, orijini de melektir!...

İnsanlar, Cennete melekî yapıya dönüşmüş olarak gireceklerdir...

Cin veya bunların insanları saptırıcı türü olan şeytanların, iblis`in orijin hammaddesi de melektir!..

Cehennem varlıkları olup "zebâni" adıyla tanınanlar da "melek"tir!

Ancak, insanın yapısının orijinalinin "melek" olmasına rağmen, nasıl insana "melek" denmiyorsa; aynı şekilde yapısının orijin boyutunda yer alan "melekî" alt yapı dolayısıyla, cine, şeytana da "melek" denmez!...

Böyle denirse, bu, diyen kişinin bu konuda yetersiz bilgisi olmasındandır..

Cehennemde ebedi kalacak insanlar ise, cin türü bir beden yapısıyla dalga(wave) bedenle yaşamlarını sürdüreceklerdir.. Ki o yapının bir alt boyutunu da gene melekler meydana getirmektedir!...

Maddenin aslı da melektir!.

Çünki melekler, her şeyin varlığını oluşturan "ALLAH" isimlerinin anlamlarının, soyut boyuttan somutluk ortamına geçişinde yer alan ilk bilinçli, kaynak varlıklardır!.

Bu yüzden, "melek", kişinin kendi özünü, hakikatını, aslını, orijinini tanımada çok önemli bir boyut ve önemli bir katmandır!..

Esasen "melek"lerin türleri ve işlevleri hakkında söylenecek pek çok şey daha olmasına rağmen, henüz bu konuda yeterli taban oluşmadığı için; şimdilik bu kadarıyla yetinelimm..

Bunların ötesinde, "Rasûl`e vahyi getiren varlık olarak", öncelikle "meleklerin" varlığının kabul edilmesi zorunludur!..

Şayet siz meleklerin varlığını kabul etmezseniz, onların vahyini nasıl kabul edeceksiniz ki?..

Meleklerin vahyettiği Kitabı nasıl kabul edeceksiniz ki?..

Böyle olduğu için de meleğe iman "ALLAH"a imandan hemen sonra ikinci sırayı almıştır.

Öte yandan, kendi aslını, hakikatını anlamak isteyen kişinin, meleği tanımadan, anlayıp idrak etmeden "ALLAH"ı kavraması dahi zaten mümkün değil, anlayamaz!.

"Melek" denen yapıyı, boyutunu tanımadan "ALLAH"ı tanımaya kalkarsa, o zaman tanrıya tapınmış olur!... Düşüncesinde bir "tanrı" yaratır ve "o tanrıya", "ALLAH" ismini vererek, hakikattan sapmış olur!.

"ALLAH"ı anlamak için, önce "melek" kelimesiyle işaret edilen, veya bugünkü dille "bilinçli salt enerji" diye ifade edilen boyutu kavramak gerekir!... O boyutu kavramadan "ALLAH"ı anlamak mümkün değildir!.

İşte bu yüzdendir ki "melek" bahsi çok önemlidir.

Yapısı itibarıyla "nur" diye vasıflandırılan öz enerji kökenli bu varlıklar; "ALLAH" hangi ilâhi isimlerinin mânâlarının ortaya çıkmasını dilemişse, o mânâlara uygun özelliklerle bezenmiş, o ismin mânâsına uygun güçlerle güçlenmiş, o ismin mânâsını ortaya koymakla görevlendirilmişlerdir.

Dolayısıyle, varoluşunu sağlayan ismin mânâsı istikametinde mânevi ve maddi sûreti vardır. Maddi derken bizim beş duyu boyutuna göre söylemiyorum!. "Evrensel boyutlarda" diyorum!... Bu konuyu beş duyunun getirdiği şartlanmalar kalıbı ile değil; akıl boyutu ile değerlendirmek ve idrak etmek zorundayız.

İşte meselâ "Mumit" isminin açığa çıkışı... "Öldürür, yani bir halden başka bir hâle dönüştürür"!... "Mumit" isminin manasının ağırlıklı olarak sûretine bürünmüş "melek" Azrail ismi ile tanınmıştır.

Burada anlaşılması gerekli çok önemli bir husus daha vardır...

"Melek"ler de, "insan"lar gibi "esmâ terkipleri"dirler!.. Tek bir ismin açığa çıktığı birimler değil!...

Yani, "melek" denen varlıklar da ana yapılarının mâhiyeti itibariyle "ALLAH" isimlerinin bir bileşimidirler... Ne var ki, bileşimlerinde bir veya bir kaç ismin mânâsı büyük ağırlıklı olarak açığa çıkmaktadır...

"Mumit" isminin mânâsı ağırlıklı olarak mevcut olan bir bileşim kuvveden fiile çıktığı zaman, "nur" diye bahsedilen enerji boyutunda bir varlık, bir birim oluşturulmuş ve buna da "Azrail" denmiştir... ki görevi "ölüm" denen "dönüştürme" olayını oluşturmaktır...

Sadece insanın ölümünü Azrail`e bağlamak son derece yanlış ve sınırlı bir anlayıştır...ilkel bir yaklaşımdır!.

"Azrail"in görevi, bir yapının varlığına son verip, o yapının son buluşu ile birlikte, ikinci bir yapının başlangıç ortamını sağlamaktır.

Ancak ikinci yapıyı başlatan Azrail değildir...

İkinci yapıyı başlatan, "El BÂİS" isminden oluşan melektir!.

Azrail, ölümü tattırır; yani, o birimin mevcut yapısıyla alakasını keser; o yapıyla alâka kesilmesinin hemen akabinde, "BÂİS" isminden var olmuş melek görevi alır, o birimin yeni yapısını meydana getirerek, ikinci anda o yapı ile o varlığı meydana getirir.

Burada enteresan ve farkedilmesi önemli olan bir husus daha var "BÂİS" ismi ağırlıklı meleğin göreviyle ilgili... O da şu...

Bazı varlıklarda -mesela insan gibi-, "BA`S" meleğinin görevi daha o varlığın ilk oluşum safhalarında başlar... Meselâ, Ana rahminde 120. günde "BÂİS" ismi mazharı melek tarafından o ceninin özünden kaynaklanan bir biçimde, -dıştan değil- "RUH" meydana getirilir!..

Ayrıca ölüm anında da, gene bu "Melek" tarafından bilincin ruhu kullanması sağlanır!..

Elbette bu bizim müşahedemizdir ki, iman edilmesi zorunlu noktalar arasına girmez!.

Şimdi dikkat edin, sade insan değil, bütün canlılar; yani evrendeki her nesne canlıdır, dolayısıyle bütün varlıkların sonsuza dek yaşamları devam eder.

Çünkü; evrende var olan bütün varlıklar "ALLAH"ın varlığı ile kâim varlıklardır.

"ALLAH"ın varlığının sonu olmadığına göre; "O"nun varlığından oluşmuş bulunan bilinçli varlıklara son düşünülmesi de "hükmi"dir, "indi"dir, "lokalize"dir, "an"lıktır!.

O bilinçli varlık, daha sonra

"O HER AN YENİ BİR ŞAN`DA(oluşta)DIR"

ayetinin işret ettiği manada, yeni bir yapıya dönüşerek, bir üst ya da alt boyutta -ama asla geldiği boyuta geri dönmeksizin- yaşamına devam eder.

"HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HER ŞEY ONU ZİKREDER, TESBİH EDER FAKAT SİZ ONLARIN TESBİHİNİ ANLAYAMAZSINIZ ."

diyor âyeti kerimede de ..

Niye ?..

Çünkü hiç bir şey hariç olmamak üzere, her şey canlıdır, şuurludur, diridir, varoluş gayesine göre, canlı ve şuurlu olarak tesbihini, zikrini yapmaktadır.

Sen sadece olaya beş duyunla baktığın için olayı çözümleyemezsin.

"ONLAR ALLAH`I AYAKTA İKEN, OTURURLARKEN ve YANLARI ÜZERE UZANIP YATARLARKEN ZİKREDERLER...." (3-191)

Âyeti insanların dahi, her an ve her pozisyonda zikir halinde olduğunu; zikir halinde olması gerektiğini vurgular...

Ancak, "O"nun varlığından meydana gelmiş bilinçli şeylerin toplamı olan tümel akıl Tanrıdır, görüşü de tümüyle yanlıştır!...

Evet... "Kâinat, ALLAH`tır" görüşü bütünü ile bâtıldır ve yanlıştır!. Bu Panteist görüştür!.

Yani, bütün mevcûdat bir araya gelince "tanrı" denen varlık ortaya çıkar görüşü... Bu yanlıştır!. Çünkü, gerçekte mevcûdat "yok"tur "ALLAH" vardır!.

"ALLAH" her an (bize göre) kendi mânâlarını seyreder ve her şey bundan ibarettir... Bu yüzdendir ki, mevcûdatın varlığı yoktur; "ALLAH"ın varlığı vardır.

Bu sebepledir ki, mevcûdat "ALLAH"tır, görüşü bâtıldır, ilkeldir!. Beş duyu kaydından kendini kurtaramayan dar görüşlü beyinlerin, 30 derecelik perspektifi olan kişilerin görüşüdür, mevcudat "ALLAH"tır görüşü!...

İşte yaşamda, bütün olup ve bitenler ve bunlarda mevcut bilinçler hep bu melekî güçlerle, melekî şuurla meydana gelmektedir.

Dışarıdan bakılan bu insan bedeninde, atomların yeri neyse; bir türü itibariyle, algılanan ve algılanacak olan tüm varlıkların temelinde "meleklerin" yeri de odur!..

Bunun için eğer sen, işin özüne gerçeğine ve hakikatına inmek ve "görenler"den olmak istiyorsan, çıkış noktası olarak önce meleklere iman etmek zorundasın.

Eğer "melekleri" inkâr edersen, işin özüne gitme yolları sana kapanmış olur!. Hakikate ermekten mahrum kalırsın!.

Madde boyutunda beş duyu ile yaşarsın ve öylece de geçip gidersin bu dünya yaşamından!.. Ancak bundan dolayı da biz seni kınamayız, seni küçük görmeyiz!... Çünkü sen de o kapasiteyle yaşamak için varolmuşsun; ve de var oluş gayeni yerine getirmektesin!.

Ama senin bu varoluş gayeni yerine getirirken, geçireceğin aşamalar, sende belli üzüntü, sıkıntı ve azapları da meydana getirir... Bunu da hiç aklından çıkarma!.

Evet "meleklere iman" denen olayı da bu kadarıyla anlayabildiysek, bilelim ki; vahiyden, yediğin yemeğin vücutta yararlı hale gelmesine; bunların beyinde değerlendirilip, madde beden ötesi ruh bedeninin yani, halogramik dalga(wave) bedeninin oluşturulması dahi hep meleki güçlerledir.

Varlığında, özünde meleki güçler vardır!.

Eğer ki sen meleklerin ne olduğunu anlayıp, -ki bunun için de imanla yola çıkacaksın- daha sonra da idrak edersen; şayet cehennemden de kendini kurtarabilmiş isen; kademe kademe arınmalar neticesinde, bu meleki boyutta yerini alıp; insan kemaline sahip melek olarak yaşamına sonsuza dek devam edersin, cennet diye târif olunan ortamda!.

Yok eğer kendindeki bu meleki özelliklere ve güçlere rağmen, gerekli arınmayı sağlayamamışsan; o zaman dalga(wave) beden boyutunda kalırsın; ki bu boyutta cinlerin boyutudur!... Bu cehennem diye bahsedilen âlemde sonsuza dek yaşarsın...

Sonuç olarak ölümden ve kıyâmetten sonraki yaşamda insanın mutlak akıbeti ikiden biridir...

Ya "cin" denen, "şeytan" denilen; bugünün insanını "uzaylıyız diye kandıran" varlıkların boyutunda yer almak; ya da belli arınmalardan geçmek suretiyle "melek" denilen varlıkların boyutunda insani şuur ve kemâlâta sahip olarak yaşamını devam ettirmek.

İşte bunun için de meleklere iman çok önemlidir...

* * *

Ve Kütübih " kitaplarına"

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"VE KÜTÜBİH"... KİTAPLARINA...

"Kitaplarına iman" derken burada "kitapları" iki mânâda ele alacağız..

Birinci mânâda kitap; BEŞERİ anlamdaki kitaptır. Beşeri anlamdaki kitap, şayet okuyup anlıyabilirsen, senin ilâhi anlamdaki kitabı anlamana yol açar.

İkincisi ise İLÂHİ KİTAP!..

İlâhi mânâdaki kitap nedir?...

"ÜMMÜL KİTAP"!.. "Kitapların anası"

Kur’ân nâzil olmadan önce, Hz Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’ın okuması istenen kitap!.... "Oku" diye işaret edilen kitap!.

Beşeri mânâdaki "kitap" ise rasûllerin aracılığı ile bize ulaşmış olan kelâmı ilahidir; ki bu kitap Âlemlerin Rabbından, Rabbani kitaptır. Bütün Nebilerin bize getirdiği kitaplar Rabbül Âlemin`den bize ulaşmış olan, Rubûbiyet kanalından bize gelmiş olan Rabbani kitaptır.

Daha evvelki Nebilere gelen sahifeler, Hz Davud Aleyhisselâm’a gelen ZEBUR, Hz Musa Aleyhisselâm’a gelen TEVRAT, Hz isa Aleyhisselâm’a gelen İNCİL ve Hz Muhammed Aleyhisselâm’a gelen KUR’ÂN, Rabbani kitaplardır.

İzahı ve ispatı "Âmenerrasûli"nin başındaki

"ÂMENER RASÛLİ BİMA ÜNZİLEiLEYHİ MİN RABBİHİ "

âyetidir.

Bu sahifeler veya âyetler, bu sûreler Rabbani kitaptır.

Mutlak kitapsa ilâhi kitaptır; "ÜMMÜL KİTAP"tır!... Ulûhiyet kemâlâtının eseri olarak yazılmış olan kitabı ilâhi, yani tüm boyut ve katmanlarıyla evrendir!.

Bir diğer ifade ile İnsanı Kâmil`dir!... Bir diğer ifade ile Ruh`u Âzam`dır... Hakikatı Muhammediye`dir!. işte o, ilâhi kitaptır!.

"Kur’ân ve insan ikiz kardeştir"

Anlamındaki Rasûlullah açıklamasında işaret edildiği üzere, Kur’ân ‘ı meydana getiren mânâ , "İnsan" diye bahsedilen İNSAN`I KÂMİL`in; yani HAKİKAT`I MUHAMMEDİYE`nin, yani RUH`U ÂZAM`ın mânâsı ile karşılıklıdır. Birinde diğerindeki mânâ mevcuttur ki, biri mutlak kitap, ilâhi kitaptır.

Birinci mertebede anlaşılan beşeri mânâdaki kitaplara iman etmedikçe, o kitaplardaki bilgiyi kabul edip, iman etmedikçe; anlamadıkça, idrak etmedikçe, ikinci mertebedeki anlayışa geçmen mümkün değildir!.

Nitekim, beşeri mânâdaki Kitaptan biz bu ilmi alıp, deşifre etmek suretiyle ilâhi kitabı okumak yoluna gidiyoruz... Okuyabildiğimiz kadar, anlayabildiğimiz kadar, takdirimizdeki kadar, okuyabiliyoruz!.

İşte bu yüzden elimizdeki vahyolmuş bulunan Kitaplara iman etmek mecburiyetindeyiz!... Vahyolan Kitaba iman etmediğin takdirde ilâhi Kitaba ulaşamazsın.

Kitabullah`ı, ümmül kitabı okuyamazsan; onun Yazarını hiç tanıyamazsın!.

Beşeri kitaplardan edindiğin kemâlâtla ilahi kitabı okumaya başladığın zaman, VELİ olursun.

Ama Nebi`ler önce "Kitabullah"ı okurlar, Kitabullaha dayanarak beşere hitabeden kitabı halka tebliğ ederler.

Veli ile Nebi arasındaki fark, birinin beşeri kitabı okumak suretiyle ilahi Kitaba geçmesi; ötekinin önce vahiy ile aldığı Kitabullahı okuyarak beşere hitabeden kitabı tebliğ etmesidir.

Önce Kitabullahı okuyan ve sonra da beşere hitabeden kitabı tebliğ edene "NEBİ";

Önce beşere hitabeden kitabı okuyup, bununla Kitabullahı "OKU"ma seviyesine yükselene, uruç edene "VELİ" derler.

İlâhi hakikatları yaşayabilmek, ancak ve ancak "Kitabullahı" "oku"yabilmekten sonra mümkün olur... Bunun için de önce "Kur`ânın ahlâkıyla ahlâklanmak" gerekir!. Yani, Kur`ân ‘ı "OKU"mak icabeder!..

"Kur’ân ‘ı "OKU"mak" demek, alıp eline sadece satırları okumak demek değildir!..

O cümlelerde, sûrelerde, âyetlerde işaret edilen mânâları kavramak,hissetmek ve gerektiği şekilde yaşamak demektir... Kendinde bu mânâları bulacaksın; bulduğun zaman Kur`ân ‘ın ahlâkıyla ahlâklanmış olacaksın!..

"Kur’ân böyle diyor ben böyle yapayım demekle", oluşmaz Kur`ân ‘ın ahlâkıyla ahlâklanmak...

"Kur’ân ’ın ahlâkıyla ahlâklanmak" demek, Kur’ân ‘da ifade edilenleri kendi özünde bulabilmek; ve kendini o ayetlerde işaret edilen boyutlarda bulabilmek; hissetmek ve yaşamakla mümkün olur.

Bunu ne derece kendinde kemâle erdirebilirsen, işte o derece Kitabullahı okumak durumuna gelirsin.

Ama bazı kişiler de lutfu ilahi sonucu, önce, Kitabullahı okuma yolundan gitmişler; bunun neticesi olarak da beşeri boyutta değerlendirilmek üzere beşere hitabeden kitapları, yani Rabbanî kitapları okumuşlardır.

Tabii burada üstünde durulması gereken nokta şu :

Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm bu kitaba vâkıftı, fakat okuyamıyordu; “okumuşlardan değilim” dedi!. Ancak sonuçta Rabbinin lütfu ile o kitaptan kelimeleri, satırları, cümleleri bize ulaştırmağa başladı...

Niye?..

Âyeti kerimede:

"İKRA` BİSMİ RABBİKELLEZİ HÂLÂK..

HÂLÂK el-İNSANE MİN ALAK...

İKRA VE RABBÜKEL EKREM;

ELLEZİ ALLEME BİL KÂLEM,

ALLEM el-İNSANE MA`LEM YA`LEM.."

deniyor...

Yani, okuma işinin "Rubûbiyet" boyutundan olduğunu; ve Rabbani lütuf ile meydana geldiğini izah ediyor bu âyetler.

Konuyu ağırlaştırıp detaylandırmamak için bu RABBANİ ve İLÂHİ kavramlarına girmiyorum.. Ancak isteyenler bu detayı "İNSAN ve SIRLARI" isimli kitabımızda bulabilirler..

Burada bizim için önemli olan nokta, Rabbani kitapların, ilâhi hakikatlara eriştirecek hükümlerinden yararlanmak suretiyle ilâhi kitaba yönelme şansımızın olmasıdır..

İlâhi kitabı yani ümmül kitabı okumaya çalışacağız!... İlâhi kitap, ef`al âleminin, yani fiillerin oluştuğu boyutun tümüdür!. Çünkü bu kitabın her satırı, bir ismi ilâhinin mazharı olarak zuhur etmektedir.

Meleklere iman, varlığın aslı ve orijinini tanımaya açılan kapıdır...

"OKU" hitabıyla işaret edilen yüce ve muazzam Kitabullah da, o meleklerin varlığı ile oluşmuş kitaptır!... Sanki yazının mürekkebi, şekilleri meleklerdir;

Bu Kitabullahın harfleri meleklerdir; âyetleri, sûreleri meleklerdir!.

Kitap, esmâ-ı ilâhidir; yani "ALLAH" isimleridir; yani "ALLAH"`ın kendinde seyretmeyi dilediği mânâlardır, özelliklerdir!..

Ancak bu ne kadar böyle olursa olsun, unutulmaması gereken bir âyet vardır:

"VALLAHU GANİYYÜL ANİL ÂLEMİN"!..

"ALLAH" âlemlerden Ganîdir!.

Yani, bütün bu mânâları ortaya koymasına rağmen, bu mânâlarla kayda girmekten münezzehtir, beridir!.

Tüm mânâları ihtiva eden oluşları "yok"tan varlığıyla oluşturan "ALLAH" bu anlamlarla kayıtlanmaktan ve bu anlamlarla sınırlanıp tavsif edilmekten de münezzehtir, ötedir!...

Buna göre asla kafamızdan çıkarmayalım;

"ALLAH" Rabbül âlemindir ancak âlemlerden Ganîdir!..

* * *

Ve Resulih "rasulüne"

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"VE RASÛLİH"... RASÛLÜNE...

Önce "ALLAH"ın ne olduğu ve nasıl iman edilmesi gerektiğini, "ALLAH"ın varlığını ve kendinde seyretmeyi dilediği mânâları... Sonra da seyredildiği alan olan kesret âlemi, melekler âlemi, salt enerjiden oluşmuş mânâ birimleri âlemini farkettik...

Ayrıca bu bölümde Âlem Kitabının kelimeleri, harfleri, sûreleri, âyetleri hükmünde olan melekleri... Bu meleklerin veya bu harflerin, kelimelerin oluşturduğu kitapları anladık...

Şimdi sıra geldi bu kitaplardaki bilgileri mânâları insanlara ulaştıran Rasûller, Nebiler yani elçilere..

Bu Rasûllere iman kesin zorunlu, çünkü iman etmediğin takdirde ondan yukarısını farkedip bilmene, haberdar olmana imkân yok!..

Rasûlden yukarısı olan kitapları, melekleri ve "ALLAH"ı bildiren Rasûl!... Rasûl olmasa, senin bunu anlayıp bilmene, duymana imkan yok!.

Şimdi bu "Rasûl"ü anlarken olayın önemli olan iki yanı var;

Bir tanesi herkesçe bilinen yanı, diğeri ise hasül havas olan zatların bildiği bir yanı.

Bizde onlardan duyduğumuz, öğrendiğimiz yanı bir kısmıyla sizlere nakledeceğiz:

Rasûl, vahiy yoluyla aldığı ilâhi hakikatı, beşere nakleden insan, kişi...

Rasûl, bir diğer anlamıyla, ilâhi hakikatı bir alt boyutta ortaya çıkaran aracı kat anlamında..

Nitekim Kur’ân-ı Kerim`de yalnızca Nebiler için değil, melekler için de "Rasûl" tabiri kullanılıyor... Melekler de "ALLAH ‘ın Rasûlleri” olarak geçiyor. Zaten o yüzden biz, "Cebrâil Aleyhisselâm" diyoruz.

"Aleyhisselâm" tabiri kime kullanılır...?

Rasûllere ve nebilere kullanılır!.

İşte "RİSÂLET" görevi yapması ve Kur’ân ‘da da meleklerden "Rasûl" diye bahsedilmesi sebebiyle, "Cebrâil Aleyhisselâm, Mikail Aleyhisselâm, İsrafil Aleyhisselâm" diyoruz..

Bu "melekler" bizim dışımızda birer kişilik sahibi varlık olduğu gibi; ayrıca bizim yapımızda da birer boyut veya katman olarak mevcutturlar!..

Yani "Risâlet" boyutu aslında hepimizin nefsinde var olan bir mertebe ya da katman... Ancak bizlerin kendini o boyutta bulup hissedebilmesi mümkün değil!. Enfüs derken senin bedeninden zâtına giden bir derinlikte demek istiyorum..

Bütün Nebilerin ve Rasûllerin görev yapmalarını oluşturan “Risâlet Boyutu” senin varlığında katmansal olarak mevcut!...

Ancak, senin bilincin o boyuta ulaşamadığı için, bulunduğun boyutun yani mertebenin kemâlâtıyla yaşamına devam ediyorsun...

O Risâlet boyutuna ulaşabilme istidadına sahip bilinç ise, Cebrail’in o boyuttan ve frekanstan kendisiyle iletişim kurması sonucu nübüvvet görevi ifa etmeye başlıyor...

Ayrıca, senin varlığında İsevî, Musevî, İbrahimî, Ademî boyutlar mevcut..

Bu ne demektir?..

Yani, bu Nebilerin ortaya koymakla görevlendiği hakikatlar, esas olarak senin varlığında da mevcut!... Ancak, sen varlığındaki bu hakikatları keşfedemezsin.. Ama sana özündeki bu hakikatlardan bahseden bilgi bir Rasûl aracılığıyla ulaşırsa; işte o takdirde kendinde mevcut olan bu bilgileri değerlendirebilirsin, demektir...

İşte bu yüzdendir ki, namazda "et tahıyyatu"yü okurken; sen "et tahıyyatu lillahi ves salâvatu vet tayyibatu" dedikten sonra; sana gelen hitâbı da sen seslendiriyorsun:

"Es selâmu aleyke eyyühen nebiyyü, ve rahmetullahi ve berekatuhu"

diyorsun..

Şimdi burada dikkat edilmesi ve farkedilmesi son derece gerekli ve önemli bir incelik mevcut..

Hz. Muhammed bu konuşmayı "Mi`râc"ta yapmıştı da; sen de onu takliden bunları söylüyorsun; değildir olay!..

Hatırlayalım ki...

"Namaz müminin mi`râcıdır" !.

Şayet, "namazın mi`râc" olursa, eğer sen de aynı olayları yaşıyabilirsen, o "mi`râc"ın neticesinde aynı şeyler senin için de oluşabilir... Yani, takliden yaptığın şeyin tahkikine erebilirsin... Yani bilinçsizce okuduğun şeylerin hakikatını yaşaman sonucunda, senin için kapasitene göre belirli idraklar ve hâller yaşanır..

Şunu kesinlikle bilelim ki!...

Dinde mevcut olan hiç bir şey, geçmişteki bir olayı "anma-hatırlama programı" değildir!..

Şayet o şeyin yapılması önerilmiş ise, yapılacak o şeyin, bilfiil yapan kişiye getireceği bir takım yararlar sözkonusudur!...

Meselâ Hz. Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’ın "Mi`rac"da ulaştığı son noktada okuduğu "Et tahıyyatu" diye bilinen tâ`zim ifadesini ve buna alınan cevabı, biz -falanca yerin bilmem kaç sene evvelki kurtuluşunu anma gününü kutlar gibi- mi`rac ‘ı kutlamak için tekrar etmiyoruz!..

Anlamaya çalışalım..

"Namaz"dasın ve "mi`râc"ı gerçekleştirdin... Bunun sonucunda hitabediyorsun:

"Et tahıyyatu lillah, ves salavatu ve tayyibat!..."

diyorsun...

Ve buna karşılık "ALLAH"`dan hitâp geliyor özünden, Zât`ından kaynaklanan bir biçimde ve o anda "söyler dilin oluyor":

"Es selâmu aleyke eyyühen nebiyy, ve rahmetullahi ve berekâtuh"!..

Burada daha fazla derine girmek istemiyorum..

Ancak bilelim ki, sende o Nübüvvet katmanı ya da bir başka ifadesi ile o boyut, potansiyel olarak mevcut!. Ve o boyut, sende, açığa çıktığı takdirde “Nebi” olabilirsin!.!.. Ne var ki, bunun, kendisinden sonra bir daha gerçekleşmiyeceğini de Hz. Muhammed bildirmiştir!..

Hepimiz, netice olarak aynı, "ALLAH" isimlerinden meydana geldiğimiz için, zât ve sıfat mertebeleri itibariyle hepimizde aynı kemâlât basamakları veya katmanları potansiyel olarak mevcuttur!..

Gerek "ALLAH" zâtı, ve gerekse varoluşun tüm mertebeleri boyut boyut, katman katman varlığımızda mevcuttur!... Ne var ki bu kemâlâtın açığa çıkması için yapımızı oluşturan isimler bileşiminin elvermesi zorunludur!..

İnsanlar, hakikatları itibariyle hep aynı kemâlâta sahip olmalarına rağmen, aralarında mertebe farklarının olmasının sebebi de işte bu inceliktir!..

Özümüzdeki hakikat ve mâarifi Billah kemâlâtını, esmâ bileşimimiz dolayısıyla açığa çıkaramamamız, mertebe farklarını oluşturmaktadır...

Esmâ bileşiminin oluşturduğu "ben"lik ortadan kalkmadan, "sen", "O"nu farkedemezsin!.. Varlığındaki "O"nu farkettiğin, gördüğün anda da, gören kendisi olur ve "sen" kalmazsın!... "Sen" varken de, o boyut ortaya çıkmaz!...

Hani bu neye benzer?...

"Bana görün Yarabbi!"

deyince, Hz. Musa`ya cevap geldi:

-"SEN", "BEN"İ GÖREMEZSİN YA MUSA!..

Yani, "Musa var olduğu sürece, Musa "ALLAH"`ı göremez"!..

"ALLAH" açığa çıktığı zaman da Musa kalmaz!..

Dolayısıyle, "Et tahıyyatu..." okunurken, "sen ortadan kalktığın zaman", ilâhi hitâp sendeki "Nebi"ye gider!...

"Sen var" olduğun zaman ise, o hitap sana ulaşmaz!... Çünkü, o hitap "Nebi"yedir.

"ES SELÂMÜ ALEYKE EYYÜHEN NEBİYY"...

diyor... "Sen" "var"sayıyorsan kendini, o hitâp "sen"de kalır, Nebiye ulaşmaz; dolayısıyle sana ulaşmaz!.

İşte ilâhi hakikatı tanıma, "ALLAH’a erme”, "ALLAH`a vâsıl olma” dediğimiz aşamalar içinde Rasûle iman, Nebiye iman bu yüzden çok önemlidir.

Ayrıca burada şunu da düşünmek lazım... Niye "Nebi"ye iman değil de "Rasûl"e iman?..

Neyse, bu da ayrı bir konu!.. Onu da isterseniz siz düşünün!

Evet, genel basit anlamıyla Rasûle iman gereklidir; çünkü ALLAH gerçeklerini sana tebliğ ediyor... Bu bildirimin neticesinde de senin geleceğe dönük yaşantın söz konusu!. Geleceğe dönük gerçekleri bilip öğreneceksin ki ona göre tedbir alıp, korunasın.

Gelecekteki tehlikelerden "korunman" gerektiğini sana bildiren Rasûl.. Bu "korunmanın" nasıl olacağının açıklamasını "Hz Muhammed Neyi "Oku"du" isimli kitabımızda geniş olarak yaptık.

"Korunmak isteyenlere", Rasûle iman iki sebepten önemli ve gerekli;

Birinci sebep, sonsuz yaşamın boyunca karşılaşacağın tehlikelerden, azaplardan, sıkıntılardan korunabilmen... Bunun için de bir takım çalışmalar yaparak tedbirler alman zorunlu !...

İkinci sebep olarak da Rasûle iman etmen gerekiyor ki, kendi derinliğine, özüne inesin; derinliğinde özünde ilâhi hakikatları bulasın!. "ALLAH" varlığı ile kâim bir varlık olduğunu anlayasın, bilesin, idrak edesin!... Elbette bunun gerçekleşmesi için de, önce buna "iman etmen" gerekiyor.

Sonra da, o "İMAN"dan ileri gelen çalışmaları ortaya koyarak, özündeki hakikata eresin!.

İşte bu iki sebepten dolayı "Rasûle İman" zorunludur...

Kime zorunludur?... Akıl sahiplerine!. Beyin sahibi olup da, tefekkür edebilme özelliği, düşünebilme özelliği olan insanlara.

Şefkat, merhamet gibi duygular bütün hayvanlarda vardır; zaman zaman bunu ortaya koydukları hepimizin malûmudur.

İnsanı hayvandan ayıran özellik, şefkati, merhameti, iyilik yapması değil; akıl sahibi olması ve geniş tefekkür gücünün bulunmasıdır..

İnsanın şerefi aklı kadardır!..

Güçlü akıl ise "İMAN" zorunluluğunu rahatlıkla farkedebilir...

Elbette ki bu "İMAN", kendisine en yakın olandan başlayacak ve "RASÛL"ün kendisine yani "Rasûllüğüne" olacaktır... "O"nun Rasûllüğüne "iman" edecektir; ki daha sonra da "Rasûl"ün bildirdiklerine iman etsin!.. Ve böylece aklıyla, iman yolunda yürümeye başlasın...

Bu arada "Rasûl"e İMAN hususunda bir inceliği de gözden kaçırmıyalım...

Bizler, Rasûle iman ile mükellefiz!.

Bu konuda muhatabımız, Rasûlullah Aleyhisselâm’dır!.

Bize tebliğatını yapmıştır... Artık bizler, ya buyurduklarını nazarı dikkate alır, gereğini yapar, kendimizi kurtarmaya bakarız; ya da aldırmayız ve sonuçlarına katlanırız!...

Rasûlullah ile kişi arasında, ne mertebede veya etikette olursa olsun hiç bir din görevlisine yer yoktur!

Esasen "din görevlisi" diye birşey yoktur İslâm Dini’nde!.

"İslâm Dini"nde ne teşkilâtlar vardır, ne de müesseseler!...

Ancak, insanlar, topluluk halinde yaşamaktan dolayı daima belli yöneticiler seçmeye alıştıkları için, Din olgusunu da bir görev halinde kabullenmişler; sonuçta Dinsel idareciler ve idare edilenler sınıfları ortaya çıkmıştır!

Şu anda dünya üzerinde, "ALLAH" adına konuşma ve hüküm verme, yargılama yetkisi kimsede mevcut değildir!... Ve olamaz da!.

Ancak insanların belli bir kısmı kendi aralarından birisine, sen bize önder ol, deyip başlarına geçirirlerse, o kişi de onların başı olur!...

Kesin gerçek şudur ki;

Dünyada ve âhırette tek gerçek muhatabınız, Size İslam Dinini tebliğ eden RASÛLULLAH MUHAMMED MUSTAFA Aleyhisselâm’dır!..

Bu sebepledir ki, biz "MUHAMMEDÎ"YİZ, diyoruz; ve bununla da iftihar ediyoruz!..

Evet "Rasûle iman"ın gereklerini de sanıyorum böylece anlattık.

Sıra geldi "vel yevmil ahir"e...

* * *

Vel yevmil ahir "kiyamet sürecine"

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"VEL YEVMİL ÂHİR"... KIYAMET SÜRECİNE...

Bu ifadeyi iki şekilde anlamak mümkün:

"Vel yevmil âhir"nin başındaki "v", yani arapçadaki "vav" harfini tek başına bağlaç olarak düşünüp, "EL-YEVM`İL ÂHİR" şeklinde anlamakta mümkündür bize göre; "Vel yevmil âhir" de diyerek "VE Yevmil âhir" diye anlamak da...

"VEL YEVMİL ÂHİR" gibi ele alırsak, "Ve" daha sonraki "an"a şeklinde çıkar anlam..

"v`eL-YEVM`İL ÂHİR" diye anlarsak, "âhiret günü" diye kastedilen "kıyâmet" anlaşılır!...

Buna karşın birinci okuyuş itibariyle ise, "içinde bulunduğun andan sonra gelen diğer anlar" anlamınadır.

"YEVM" Esas itibarıyle günlük kullanışta bildiğimiz, 24 saatlik gün diye de anlaşılabileceği gibi; "AN" anlamına da gelir...

Bizim bildiğimiz "gün"lük anlamın esas itibarıyle madde dünyasına, beş duyuya bağlı, izâfi-göreceli bir ifade olması hasebiyle; daha doğru gerçek anlamı "AN" dır.

Bu sebepledir ki, "Ve daha sonraki "an"lar" deyince; bu "daha sonraki "an"lar" ifadesinden, insanın yaşamının sonsuz olması, sürgit devam etmesi anlaşılır.

Yani içinde bulunduğun her "an"dan sonraki "an"da var olacağın; hiç bir zaman "yok" olmayacağın anlaşılır!.. Bu birinci mânâsı..

"Vel yevmil âhir", yani, "bulunduğum andan sonraki bir anda da var olacağıma", derken işaret edilen "sonraki bir an var", ve bu sonraki "an"lar hiç sonu gelmeksizin sonsuza dek devam edip gidecek!... Kabir âlemi veya berzah âlemi, kıyâmet âlemi, mahşer âlemi, sırat yaşamı, cennet ve cehennem yaşamı şeklinde, çeşitli aşamalarda devam edecek olan, böylesine sürgit bir yaşam mevcut..

Bir de "EL YEVM`İL ÂHİR"de ki "EL YEVM", yani, "bilinen o meşhur "AN"!...

Nedir o meşhur "AN" ?...

"Büyük kıyâmet" diye bilinen, bahsedilen zaman süreci!..

Böyle bir sürecin de yaşanacağı..

Berzah âlemindeki, kabir âlemindeki "an"lardan sonra; bütün insanların ve cinlerin bir araya geleceği ve dünyada yaşadıkları anların hâsılasını, sonuçlarını, semeresini görecekleri toplu yaşam "an"ı!...

"Küçük kıyâmet", diye bahsedilen, yani "ölüm" denen "beden değişimi" anından sonraki bireysel yaşama anları...

Demek ki biz "VEL YEVMİL ÂHİR" dendiği zaman burada iki mânâ anlayacağız:

Bir, sonsuza dek sürüp gidecek olan bir yaşam... "Yok" olmanın söz konusu olmadığı, sınırsız devam edecek olan yaşam "an"ları.

İki, bütün insanların ve cinnin -yani uzaylı denen o varlıkların- toplu olarak bir boyutta, bir ortamda gelip; dünya yaşamlarının semeresini, neticesini görecekleri süreç!.

"Vel yevmil âhir" anlayışı, ele aldığı esaslar itibarıyle, birçok -din adı verilen- inanış" ile islâmiyetin farkını oluşturan başlıca konulardan biridir.

Geçmiş bir takım inanış şekillerinde, meselâ Budizm`de, Konfiçyus dininde v.s. de "Âhiret günü" denen, "ölümden sonraki bu sonsuz yaşamın devamı ve bütün insanların ve cinlerin biraraya gelip yaptıklarının sonuçlarını görme süreci" anlayışı ve inanışı yoktur.

Ayrıca, reenkarnasyon inancını reddeden "âmentü"deki hükümde burası!..

Bütün ins ve cin, yani madde boyutunda yaşayan insanlar ve madde ötesi dalga(wave) boyutta yaşayan uzaylı denen, cin denen, şeytan denen, iblis denen varlıkların yaşadığı şu boyutun sonsuza dek ileriye dönük olarak devam etmek suretiyle; bir gün hepsinin bir araya gelip dünyada yaşadıklarının ve yaptıklarının sonuçlarını görmeleri olayı söz konusu İslâm Dini’nde... Ve bu da "Vel yevmil âhir" diye ifade ediliyor.

Oysa, İslâm DIŞI İNANIŞLARDA, İslâm DİNİ’NDE YERİ OLMAYAN tenasuh veya reenkarnasyon diye bir olay var!.

Böyle, insanların ve cinnin yaptıklarının neticesini yaşayacakları özel bir süreç söz konusu değil onlarda!..

Dünyada yaşıyor; ölüyor; ondan sonra ruh olarak bir yerlerde kalıyor; ruh olarak tekrar dünyaya geliyor, bir bedene giriyor!. Ama hayvan bedenine giriyor, ama insan bedenine giriyor; ve bu bedenlerde yaşamına devam ediyor!..

Sonra tekrar tekrar gidiyor, sonra tekrar dünyaya geliyor!..

Eski dildeki adı tenasuh olan, günümüzde reenkarnasyon diye bilinen bu inancın kökeni de Hind felsefesi!.

Bu tekrar tekrar dünyadan gidip; madde ötesi boyuta, ruh boyutuna geçip; sonra tekrar madde boyutuna dönmek, denen olayın var olmayışı "Vel yevmil âhir"de vurgulanıyor!.

"NİHÂYET ONLARDAN HER BİRİNE ÖLÜM GELDİĞİNDE,

-RABBİM BENİ (dünyaya) GERİ GÖNDER... TÂ Kİ BOŞA GEÇİRDİĞİM HAYATIMI ORADA BIRAKTIKLARIMLA, YARARLI ÇALIŞMALARLA DEĞERLENDİREYİM..

DERLER...

ASLA !... BU SÖYLEDİĞİ GERÇEKLEŞMİYECEK BİR ŞEYDİR!.

ONLARIN ARDINDA, BA`S (mahşer) GÜNÜNE KADAR SÜRECEK KABİR ÂLEMİ VARDIR...

(Ba`s için) "SÛR"a ÜFLENDİĞİNDE, ARALARINDA NE SOYSOPLUK VARDIR, NE DE BİR SORANLARI !... (Müminun-99-101)

âyetleri bu inancın tamamiyle safsata olup, İslâm’da YERİ OLMADIĞINI vurgular...

Diğer adına din denen inanışlarda, Mısırlılar`da Hindular`da, vs. de bu düşünce var.

Halbuki İslamiyet, vahye dayanan Din olarak, bu olayı reddedip; böyle bir olay yoktur diyor!... Bu dünyada yaşarsın, ölümü tadarsın; ondan sonra ruh bedenle içine geçtiğin berzah âleminde kıyamete kadar yaşamına devam edersin; bu arada tekrar dünyaya geri dönüş yoktur; diyor...

Dünyaya geri dönme yolu kapalı olduğu için, senin ölüm ötesine hazırlanman için, tek şansın dünyada yaşadığın günlerdir!.

Eğer dünyada yaşadığın günleri, ölüm ötesi yaşama gereken biçimde hazırlanarak geçiremezsen hazırlanamazsan; bu günleri hazırlık safhası olarak değerlendiremezsen; öldükten sonra bir daha dünyaya geri gelmiyeceğin için, bu imkanı kaçırmış ve bu hakkı yitirmiş olursun!... Ve ölüm ötesi yaşamda, kabir âleminde kıyamete kadar birtakım azaplar, ızdıraplar senin için söz konusu; o bildirilen ortama hazırlanmadığından dolayı!.

Nihayet kıyamet sürecinde de, mahşer yerinde, diğer bütün dalga(wave) yapılar yani diğer varlıklarla; "uzaylı veya cinni", ne dersen de, o varlıklarla birarada, mahşer yerinde toplu halde yaptıklarının sonuçlarını yaşarsın; diyor.

Halbuki öbür anlayışta, yani İslamiyet dışı olan reenkarnasyon anlayışında, ya sen bu dünyada yaşarsın, bu dünyada yaşayıp elde ettiklerine göre ölüm ötesi yaşama geçersin; orada ruh beden olarak kalırsın; iyiysen daha mükemmel bir insan olarak tekrar dünyaya yeni bir bedene girerek gelir ve başka bir toplumun içinde yer alırsın... Ya da, kötü bir insansan daha kötü bir insan bedenine veya hayvan bedenine bürünearek, tekrar bir kedi veya köpek, sürüngen olarak bedenlenmiş bir halde dünyaya geri gelebilirsin; denmektedir!.

Reenkarnasyona inananlar da iki sınıftır...

Bir kısmı, bir daha dünyaya hayvan olarak gelme imkânı var, diyor... Hayvan olarak gelebilirsin diyor!..

Bir kısmı da hayır, hayvan olarak gelmek yok ama, kötü bir insan olarak gelirsin, yeniden çile bela sıkıntı çekersin diyor.

Bu her iki olay da netice olarak islam DİNİ DIŞI bir inanış biçimi olan reenkarnasyondur.

Ve bugün "uzaylılar" olarak kendini tanıtan cinler de ilişkide bulundukları kişilere, gerek "biz uzaylıyız" diyerek; gerekse de "biz daha önce dünyada yaşamış kullarız" diyerek reenkarnasyonu telkin ediyorlar!...

Böylece de reenkarnasyona inananlar, farkında olmadan, "amentü"deki "Vel yevmil ahir" kısmını reddetmiş oluyorlar; bu konunun Kur`ân ‘da dayandığı âyetleri inkâr etmiş oluyorlar; imandan çıkıyorlar!..

Uzaylı veya cin denen varlıkların, veya kendini falancanın ruhu diye tanıtan bu varlıkların en büyük özelliği de insanı itikad yönünden saptırması, islam itikadı dışına kaydırmasıdır, dedik. Esasen bu konu çok detaylı bir şekilde "RUH İNSAN CİN" isimli kitabımızda incelenmiş olduğundan, daha detaylı bilginin oradan elde edilmesini öneririz...

İşte bu yüzdendir ki, bu "Vel yevmil âhir" inancı, reenkarnasayon olayına inanan islam dışı inanışlarla islam dini arasında çok önemli bir sınır çizmektedir.

Gene bu varlıklar, yani kendini "uzaylı" diye tanıtan, ya da "dünyadan geçmiş evliyaullahın ruhlarıyız" diye tanıtan bu "CİN" denen varlıklar; Nebileri de sanki bir "medyum"muş gibi gösterip; Nebilik mertebesinin özelliklerini basitleştirip; her "medyum"u "Nebilik mertebesindeymiş" gibi empoze etmektedirler!.

Nebileri de medyumluk seviyesine düşürüyorlar!.

Nebi , medyumluk seviyesine düştüğü zaman; zaten herkes bir medyum, kendileri de birer medyum, dolayısıyle Nebilerle aynı mertebede olmuş oluyorlar.

Hatta Bazı "uzaylı" diye kendini tanıtan "CİNLER" daha da ileri giderek "Hz. MUSA ve MUHAMMED`in kendileri gibi birer CİN olduğunu" kendi kutsal dedikleri "ALTIN ÇAĞ BİLGİ kitapları"nda yazıyorlar...

İşte bu şekilde, Rasûlullah Aleyhisselâm’ı medyummuş gibi değerlendirmeye tabi tutarak, işi sıradan bir olay hâline getiriyorlar...

Kendileri de "medyum" olduğu için de "biz de vahiy alıyoruz" diyorlar... Elbette şeytandan!.

Bazıları da, "vahiy alıyoruz" demiyorlar da, "mesaj alıyoruz" diyorlar!... Farketmez!. "Mesaj veya vahiy" de!.. Neticede nereden, kimden alınıyor bu mesaj?...

Medyumun aldığı mesaj, ya ilâhi bir kattan melek yoluyladır, vahiydir; o takdirde, "ben peygamberim" iddiasındadır kişi!... Veya melek aracılığı ile aldığı bir vahiy değildir, o zaman kimden alıyor bu mesajı?...

Esasen meleklerle görüştükleri düşüncesi kesinlikle yanlıştır!. Şu sebepten:

Meleklerden gelen her bilgi kesin doğrudur!. Halbuki bu kişilerin kendilerini "melek" diye tanıtan varlıklardan aldıkları bilgiler, sürekli yanlış çıkar!. Söyledikleri olayların zamanları hiç bir vakit zamanında çıkmaz!... Melek kesin zaman verir, ve meleğin söylediği kesin doğru çıkar... Meleğin bildirdiği olayda değişiklik olmaz.

Bunların cinlerden aldığı bilgilerse, çoğunlukla yalan çıkıyor; arada ender olarak doğru çıkıyorsa da, verdikleri zamanlar, hiç bir vakit tutmuyor ya da gerçekleşmiyor...

Bu duruma göre "ALLAH"`tan almıyorsa bu mesajı; melek vasıtası ile vahiy yoluyla "ALLAH"`tan almıyorsa; o zaman geçmiş kişilerin ruhlarından olabilir mi acaba?!..

Ne var ki geçmiş kişilerin ruhlarından medyumun mesaj alamıyacağını geniş bir şekilde izah ettik "Ruh Insan Cin" kitabında.

Eğer gerçekten "uzaylılar"sa bunlar; yani, başka bir galaksiden gelmiş, özel varlıklarsa; o zaman da, onların kendi teknolojilerine göre bizde olmayan teknolojiye ait bir araç vermeleri gerekir... Versinler böyle bir araç; veremezler!.

Dünya üzerinde bugüne kadar dış bir galaksiden gelmiş bir varlığın verdiği, bizde olmayan bir teknoloji ile oluşturulmuş teknik bir araç söz konusu değildir!. Ve olamaz da!..

Çünkü uzaydan, başka bir galaksiden bir varlık gelmesi mümkün değildir; olanaksızdır!.

Bunlar bizim güneş sistemimizde, galaksi bile demiyorum bakın, bizim güneş sistemimiz içinde yaşayan, büyük bir kısmı da dünya üstünde aramızda yaşayan eskilerin "CİN" diye adlandırdığı, tanımladığı; bizim dünyamız üzerinde ve uzayında yaşayan varlıklardır bunlar!...

Eskiler de buna "cin" demiş...ismi önemli değil...

Bunlar insanın düşmanıdır!. Bu düşmanlığın ana sebebini ilk bölümlerde izah etmiştik...

Cinlerin, insanın düşmanı olmasının bir başka sebebi de şudur:

Ölüm ötesi yaşamda, madde bedeni terk eden insan, dalga(wave) bedenle var olacak... Halogramik dalga(wave) bedenli, "uzaylı" denen, "cin" denen varlıkların bedenleri de insanınki gibi halogramik dalga(wave) bedendir...

Eğer siz dünyada Allah Rasûlü’nün bahsettiği bir biçimde, bir takım çalışmalar yaparsanız, bu dalga(wave) bedeniniz gerek ilim, gerek enerji yönünden cinlerden çok daha güçlü olacaktır...

O takdirde de "cin" denen "uzaylı" denen bu varlıklar, sizin üzerinizde tasarruf edemez hale gelecektir!. Halbuki onlar, sizin üzerinizde hükmetmek, tasarruf etmek isterler...

Nitekim âyette de

"İNSANLARIN EKSERİYETİNİ HÜKMÜNÜZ ALTINA ALDINIZ"

diye hitâbedilir onlara..

Dolayısıyle bütün müslümanların KUR`âN ve RASÛLULLAH’A "İMAN" esaslarına dayalı bir biçimde yaptığı çalışmaları engellemek amacıyla, her türlü saptırıcı fikirleri insanlara empoze ederler!.

Böylelikle de insanları bu çalışmalardan alakoyup, güçsüz bir biçimde, ruh beden yaşamına geçirtmek isterler; ki o beden yaşamında da onları rahatça tasarruf altına alıp, onlarla istedikleri gibi oyalanıp eğlensinler!.

Evet işte "Yevmil âhir"nin kapsamına giren konular da özetle bunlar..

Şimdi geldik nereye? * * *

Ve bil kaderi "kadere"

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"VE BİL KADERİ"... KADERE...

Bu sözde "vel yevmil âhir"den sonra, "ve kadere" dememiş, "VE BİL KADERE" demiş. "B" harfini gene getirmiş burada başa koymuş.

Bunun mânâsı:

"Nesnenin kaderi kendisinde mevcut olarak, o nesne var olmuştur"; demektir.

Oluşan birim, kaderi kendisinde mevcut olarak o kaderle mevcut olmuş, var olmuş demektir.

"B" harfinin oluşturduğu mânâ burada odur.

Yani, rastgele bir kader değil!..

Dışarıdaki birinin yazdığı bir kadere göre, ben varım ve ben o programı uyguluyorum, gibi değil!..

Kaderi kendinden gelen bir biçimde, kendi varlığında; kendi programı yapısında özünde mevcut bir biçimde var olmuş demektir.

Burası çok önemli ve ince bir noktadır.

"Kadere iman"ın esaslarını, yani neye ve nasıl iman edilmesi gerekliliği esaslarını, birazdan âyetlerle ve hadislerle izah edeceğim.

Şimdi burada üzerinde durmak istediğim husus şudur:

Birim, var oluş gayesine uygun bir programla yüklenir; ki bu oluş birimin "fıtratı" diye bilinir!... Daha doğrusu, programı gelen meleki-kozmik etkilerle beyne yüklenir!.. O birimin manevi sureti, onun programıdır; yani "fıtratı"dır; yani kaderidir!.

Bu hususa işaret eden âyet

"KÜLLÜN YA`MELU ALA ŞAKILETİH"dir. (17-84)

"TÜMÜ DE PROGRAMLARI (ŞÂKILESİ) DOĞRULTUSUNDA FİİLLER YAPAR..."

dır.

Bu hususa işaret eden çok önemli bir âyet daha var:

"FEEKIM VECHEKE LİDDİYNİ HANÎFA...." (30-30)

"VECHİNİ HANÎF OLARAK DİNE DÖNDÜR"

Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’a bu şekilde bir gerçek bildirildikten sonra evrensel sır açıklanıyor ve bir gerçek daha vurgulanıyor: Buyuruluyor:

"...FITRATALLAHİLLETİY FETAREN NÂSE ALEYHA;

LÂ TEBDİYLE LİHALKİLLAH;

ZÂLİKE DİYNÜL KAYYIM;

VE LÂKİNNE EKSEREN NÂSİ LA YA`LEMUN". (30-30)

"FITRATALLAHİLLETİY FETAREN NÂSE ALEYHA":

"İnsanlar belli program üzere, programlanmış olarak vardırlar".

"ALLAH"ın belli bir gayeye yönelik bir biçimde, belli bir programla meydana getirmesi ile vardırlar.

"ALLAH" onlarda hangi isimlerin mânâlarını açığa çıkarmayı dilemişse, o isimlerin mânâlarını açığa çıkarmaya uygun bir beyin programıyla oluşurlar; ve o beyin programının gereğini meydana getirirler!... Ve bu program da asla değişmez!.

"LÂ TEBDİYLE LİHALKİLLAH":

Bazı müfessirler buradaki "tebdilâ"yı "ona bedel bulunmaz" şeklinde tercüme etmişlerse de; buradaki esas ağırlıklı mânâ "değişmezliktir."

Yani, "ALLAH`ın belli bir programla ve amaçla halkettiği varlığında asla program değişikliği olmaz"!.

"O ne gaye ile var olmuşsa, o gaye üzerine yaşamına sonsuza dek devam eder"dir bunun manası... Ve zaten:

"ZÂLİKE DİN`ÜL KAYYUM": Ve "dinde bu esas üzerine kaimdir", hükmü de bunu hemen tamamlıyor ve ondan sonra diyor ki:

"VE LÂKİN EKSEREN NÂSİ LA YA`LEMUN""Velâkin insanların ekseriyeti bu gerçeği bilmezler"!. Ya nasıl bilirier; işte bugün herkes nasıl biliyorsa öyle bilirler...işin bu gerçeğini bilmezler!.

İşte "ALLAH"`ın, insanların her birini belli bir gayeye uygun olarak, kendindeki mânâları seyretme amacına dönük "fıtrat"la halketmesi konusunu isteyenler bizim, "TEKİN SEYRİ" isimli kitabımızda ve "Öz`ün Seyri" ve "Tekliğin Esasları" isimli kasetlerimizden dinleyebilirler.

Şimdi biz, belli bir program üzere kendi kaderi ile, "fıtratı" ile varolmuş olan insanın; sadece kendi çizgisini, kaderini yaşayacağı hususunu vurgulayan; kadere iman esasını anlamamıza yardımcı olacak bazı açıklamalar yapmaya çalışalım: * * *

Kadere İman

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

KADERE İMAN

"SİZE YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE İSABET EDEN BİR OLAY, BİZİM ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, MUTLAKA BİR KİTAPTA YAZILMIŞTIR!...

BUNU, ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ VE YAZILMIŞ OLDUĞUNU BİLİP; ELİNİZDEN ÇIKAN ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ VE ELİNİZE GEÇEN İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAMANIZ İÇİN AÇIKLIYORUZ....." (Hadid suresi, 22-23) KUR`ÂN-I KERİM

Kader konusu, insanlığı asırlar ve asırlar boyu meşgul etmiş bir konudur. Ve genellikle de, bu konuya çok net açıklamalar getiren Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamaları yeterince değerlendirilememiş; yaşam içinde bu uyarılar ve ilgili âyetlerin mânâları yerli yerine oturtulamamış; bu yüzden de "kader" konusundan insanlar son derece ürkmüşler, korkmuşlar ve hatta bu konuyu konuşmaktan kaçınmışlardır.

Ne var ki; "kader"e hakkıyla iman etmek için, önce "kader"in ne olduğunu bilmek lazım!...

Zira, Âmentü`nün esaslarından biri olan "kadere iman", gerçekte, ancak "kader"in ne olduğunu bildikten sonra mümkündür.. Aksi takdirde sadece "kader" ismine iman edilmiş olur!.

Bilmediğiniz bir şeye "iman" etmek, ancak, o bilmediğiniz şeyin "ismine iman etmek" demek olur!. Oysa önemli ve gerekli olan, o şeyin "ismine" değil "mânâsına iman" etmektir!.

"Kader" konusunu anlayabilmenin tek bir yolu vardır... O da "ALLAH"ın vahdaniyetini, tekliğini, ahadiyetini ve vâhidiyetini kavrayabilmekten geçer!.

Şayet bir kişi, ALLAH`ın "vâhidiyet ve ahadiyet"ini kavrayamamış ise; o kişinin "kader" konusunu idrak edebilmesine asla ve asla imkan yoktur!.

Zira, "Kader" konusunu idrak edebilmenin yolu, önce de vurguladığım gibi, ALLAH`ın Vâhidiyetini ve Ahadiyetini idrak edebilmekten geçer!.

Bunu da herkese anlatabilmek mümkün olmadığı için, "kader" konusunun derinliğine genellikle girilmemiş...

"ALLAH"ın "Vâhidiyet" ve "Ahadiyet"ini bugüne kadar çeşitli kitaplarımızda ve sohbetlerimizde genişliğine, derinliğine anlattığımız için; sanıyorum bu kitabımızda da artık "kader" konusunun detaylarına girmek gereği hasıl oluyor.

"Kader" konusunu çözmede çeşitli yanılgılara düşülmesinin en başta gelen sebebi, her seviyeden insana hitabetmesi dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim ‘deki "iki yönlü anlatım" tarzıdır.

Kur’ân-ı Kerim, "ALLAH" isminin mânâsını tarif sadedinde iki usûl, iki yol tatbik eder;

Birincisi, "ALLAH" isminin işaret ettiği anlamın, insanın anlayışına göre târifidir.

İkinci tarz "ALLAH"ın anlatımı ise "ALLAH`ın bizatihi kendisini" târif edişidir.

Bu iki yoldan "ALLAH" târifinin Kur’ân ‘da herkesin anlayacağı bir ifadeyle yer almaması, "olayın bütünlüğünü idrak edemeyen" insanlarda çelişkileri meydana getirmiş; ve bu çelişkilerin sonunda da olayı çözemeyenlere göre büyük bir kaos oluşmuştur!.

İşte bu kaosun sonucunda da "kaderi" değişik mânâlarda anlayan çeşitli "anlayış"lar yani "mezhep"ler meydana gelmiştir.

Kur’ân, bir yönüyle, "insanın anlayışına göre", "ALLAH" ismiyle işaret edileni târif eder demiştik...

İnsanın anlayışına göre "ALLAH"ı târif, tanımlamasına uygun düşen en açık-seçik âyet, "ÂYETEL KÜRSİ" ismiyle bilinen, Bakara Sûresinin 255. âyetidir...

Bunun yanında;

"EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN HEP O`DUR"

"ŞAH DAMARINIZDAN DAHA YAKINIZ"

"NEFSİNİZDE MEVCUT... "

"BAŞINI NE YANA ÇEVİRİRSEN ALLAH`IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN"

gibi daha bir çok âyetler, hep "ALLAH"ı, insanın anlayışına göre târif eden âyetlerdir.

Bunu biraz daha açalım.

Meselâ "Âyetel Kürsi"de, Bakara Sûresindeki bu âyeti kerimede buyurur ki:

"...LÂ TE`HUZUHU SİNETÜN VELÂ NEVM..."

"...O, NE UYUKLAR, NE DE UYUR...!."

Bilindiği gibi "uyuma, uyuklama" halleri insana, hayvana ait özelliktir!... Burada, insanda veya hayvanda oluşan bir hale nispetle, bu hâle GÖRE "ALLAH"ı tanımlıyor; ve denilmek isteniyor ki, "O" insandaki bu hâlden münezzehtir!..

Yani, gerçekte, burada "O"nun ne olmadığı, neye benzemediği anlatılıyor!.. Ne olduğu değil!... Ve insana GÖRE!...

İşte Kur`an-ı Kerim’de görülen bu gibi tanımlamlar; yani, beşeri değer yargılarına, beşeri kabullere, beşeri vasıflara GÖRE yapılan tanımlamalar, insanın anlayışına izâfetle yapılan, "yaklaştırıcı" tanımlamalardır!..

Bunlar hiçbir zaman, mutlak mânâda olduğu üzere, "ALLAH"ı anlatmaz!.

Sadece, insanlardaki çeşitli tanrı, ilâh kabullerinin dayandığı özellikleri ortadan kaldırmak, silmek, yok etme amacıyla kullanılan tanımlamalardır bunlar...

Çünki insanlar, onbinlerle sene ötesinden gelen bir biçimde, hep tanrılara; veya daha gelişmiş hâli ile "tek tanrıya" tapınma anlayışı içinde olmuşlardır!.

Oysa bu anlayışın zirvesine ulaşmış ve onu açıklamakla görevlenmiş olan Efendimiz Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "tanrı ve kavramının yokluğunu"; "sadece ALLAH`ın var olduğunu"; "ALLAH" ismiyle işaret edilen varlığın "tanrılık kavramından münezzeh" olduğunu tebliğ ile görevlenmiş olarak; Kur’ân-ı Kerim`de, öncelikle "ALLAH" isminin mânâsının ne olduğunu çok açık seçik bir biçimde vurgulamıştır.

Şayet biz, gerçek mânâda "ALLAH" isminin mânâsını anlamak istiyorsak, Kur`an-ı Kerim`deki, beşere göre "ALLAH"ı târif eden âyetlerin sırrını anlamalıyız.

Sonra da buradan ilerleyerek, "ALLAH"ın bizâtihi "ALLAH"ı anlatması tarzındaki âyetlerin sırrına ermeye çalışmak mecburiyetindeyiz!.

Eğer, gerçekten "ALLAH"ı istiyorsanız, beşeri değer yargılarından beşeri kavramlardan arınıp, saflaşıp; "ALLAH"ın bizatihi kendisini anlatışına; kendine göre kendini anlatışına kulak vermek; bütün algılama araçlarımızla, bütün duyularımızla bu hitâba yönelmek mecburiyetindeyiz!.

Eğer bunu gerçekleştirememişsek, asla ve asla "kader" olayını ve "kader sırrını" da anlamamız mümkün olmayacaktır.

Bu takdirde de "tanrı ve tanrılık kavramına" dayalı bir biçimde; "tanrı ve tapınanı" ikileminin getirdiği bir düşünce yapısıyla; bir "tanrının iradesi"nden, bir de "tanrıya tapınanların" iradesinden söz etmek anlamına gelen şekilde, "iradeyi kül" - "iradeyi cüz" ikileminden kendimizi kurtaramayız!.

Eğer gerçek anlamda "kader sırrına" vakıf olmak istiyorsak, önce kelimede değil, lafızda değil, "özde birliği" kavramak zorundayız!.

"Özde biriz" derken, "sen ben o var, ama hepimizin özü birdir" değildir bunun manası!.

"Gerçek varlık olarak sadece "ALLAH" mevcuttur; ve "O"nun dışında, "o"nun gayrısı olarak, hiçbir varlık vücud sahibi değildir" şeklindedir bunu mânâsı..

Evet buraya kadar, beşeri değerlere ve beşeri anlayışa GÖRE, "ALLAH"ın târiflerinden sözettik... Ve bu, insanların, tanrı kavramından kurtulması, "ALLAH"ın ne olduğunun biraz daha iyi bir ölçüde tanınabilmesi için gerekli olan târiflerdir bunlar; dedik...

Meselâ,

"ÖNCE VE SONRA, VE APAÇIK ORTADA OLAN VE ALGILANANLARIN ARDINDAKİ HEP O`DUR!."

âyetini ele alalaım.

Mutlak mânâda, ayrı ayrı bir "zâhir", bir "bâtın" vardır da, bunların hepsi de "O"dur; değildir burada anlatılmak istenen!...

Burada, "insana, insanın algılama araçlarına yani beş duyusuna göre, yani insana izâfetle "ZÂHİR" vardır, "BÂTIN" vardır"; gerçeği anlatılmak istenmektedir.

Yani, insanın algılayabildiği, tespit edebildiği zâhirdir; tespit edemediği bâtındır!. "O" ise zâhir ve bâtın diye bilinen tek`tir; anlamına işaret edilmektedir.

Ayrıca burada, "O" kelimesi ile işaret edilen varlık, senin hem tespit edebildiğin, hem de edemediğin herşeyin orijinidir"; vurgulaması yapılmaktadır.

Görüldüğü üzere burada yapılmakta olan târif, insanın algılama sistemine göre yapılan târiftir!.insanın algılama organlarının var ya da yok kabul ettiği şeylere GÖRE yapılan bir tariftir!. Mutlak mânâda, "ALLAH"ı târif değildir!.

Veya bunun gibi bir başka kabulleniş vardır!.

Meselâ "ALLAH"ın "Kıdem" ve "Bekâ" sıfatlarından söz edilir... "Önceliksiz" oluşu; ya da "sonsuz" oluşu gibi!.

Halbuki, "ALLAH" "öncelik" veya "sonralık", "devamlılık" veya "devamsızlık" gibi kavramlardan beridir, münezzehtir!. Çünkü, "O", "ALLAH"tır!..

Buyurulmaktadır ki;

"KÂ`NALLAHU VELEM YEKÛN MEAHU ŞEY`A !"

"ALLAH VARDIR, VE ONUNLA BERABER HİÇ BİRŞEY MEVCUT DEĞİLDİR!."

Eğer bu uyarının mânâsını idrak edersek, farkederiz ki, böylesine "TEK" olan bir varlığın, önceliğinden veya sonralığından, söz edilemez!.

Çünkü "öncelik" ve "sonralık" kavramı, var kabul edilenlere göre oluşmuş bir kavramdır... Halbuki "ALLAH sonsuz ve sınırsız tek"tir, diyoruz ya!...

Şimdi dikkat ediniz, "sonsuz-sınırsız" târifi dahi gene bir beşeri kavrama nispetledir.

"ALLAH", gerçekte, "sonluluk" kavramından münezzeh olduğu gibi, "sonsuzluk ve sınırsızlık" kavramından dahi münezzehtir!... Böyle bir kavramdan dahi beridir.

Ama beşeri değerlerle programlanmış, bezenmiş bizler; tanrı kabulünden arınabilmek için, bu izâfi değerlere bağlı sonsuzluk sınırsızlık ifade eden kavramlara sığınmak, onlara sarılmak; böylece "ALLAH" isminin mânâsını anlamağa yaklaşmak zorundayız!. Yani, bir zorunluluğun getirdiği tanımlamalardır bunlar!

Oysa "ALLAH", bizâtihi kendisini, çok net bir biçimde târif ediyor...

Ne diyor?

"O ALLAH AHAD`DIR"!..

Bu ALLAH`ın kendi kendisini, kendisine göre târifidir!.

Yani, "ALLAH", "Ahad" olması nedeniyle kendisinin dışında bir varlık kabul etmez... Kendisinin dışında bir varlıktan söz etmek mümkün değildir!.

İşte bu hususa işaret bâbında "muhalefet lil`havadis", yani, "sonradan meydana gelmişlerin hiç birine, hiçbir şekilde benzememe", tanımlaması getirilmiştir.

&

"Sonradan meydana gelmişlerin hiçbirine benzememe" tanımlamasının mânâsı nedir, burayı anlamamız lazım... Bu husus oldukça derinliği olan bir husustur.

Mutlak olan prensip, "ALLAH"ın "Ahad"iyetidir.

"ALLAH" isminin mânâsını, "ALLAH" ismiyle işaret edilen varlığın ana yapısını anlama sadedinde, ilk çıkış noktası "ALLAH`ın

Ahad"oluşudur.

"ALLAH`ın Ahadiyeti"ni târif sadedinde Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şu açıklamasına dikkati çekmiştik:

"ALLAH vardır ve O`nunla beraber hiçbir şey yoktur!."

"Ahad" olarak var olan varlığın; dışında, gayrısında veya içinde gibi kavramlar olmaksızın, "O"nunla beraber var olan hiçbir şey yoktur!.

Peki o zaman şu sualin cevabını anlayalım... Ki ondan sonra, bu "sonradan meydana gelmişlerin hiçbirisine hiçbir şekilde benzemez", ifadesini çözebilelim.

Açıklamaya göre; "ALLAH`la beraber hiçbir şey mevcut olmadığına" göre; her isimle anılan müsemma; yani her ismin işaret ettiği mânâ ALLAH`ın ilminde varolmuş ilmi sûrettir!.

"İlmi surettir", demek, "ilimdeki mânâ suretidir", demektir!. Bizim beş duyu ile algıladığımız şekli olan suret anlamında değil!.

İlmi suret, "ilimde varolmuş anlam", ya da "bilinçteki ilim mânâları" şeklinde de anlaşılabilir...

Demek ki bütün bu ana kadar duyduğumuz, bildiğimiz, düşündüğümüz, hayâl ettiğimiz her şey ve her kavram gerçekte, sadece ve sadece ALLAH`ın ilminde mevcuttur.

"ALLAH`ın ilminde" mevcut olan bu mânâlar, ALLAH`ın yaratmasıyla meydana gelmiştir.

Dolayısıyla Kâinat, Evren ismi altında, kapsamında varolan, her ismin işaret ettiği varlık, "ALLAH`ın ilmi, iradesi ve kudretiyle" meydana gelmiştir.işte bu sebepledir ki, "ALLAH Alim"dir; ilim sahibidir. İlminde herşey mevcuttur.

"ALLAH MÜRÎD"dir... "Muradeden"dir!. İrade sahibidir... Ve "ALLAH Kâdir"dir... "Muktedir"dir!. Kudret sahibidir. Ve o kudretiyle dilediğini meydana getirir.

İşte bu ilmiyle takdir edip, irade etmesi, dilemesiyle o takdir ettiği varlıkları seyri; onların mânevi yani kavramsal sûretlerini meydana getirmesi olur!..

Ancak burada anlaşılması gerekli olan önemli nokta şu husustur.

"ALLAH", ilmindeki sonsuz mânâlar dolayısıyle; bu mânâlara işaret eden Esmâül Hüsnâ denilen isimlerinin anlamlarını-kavramalarını dilediği şekilde terkiplendirerek; sonsuz sınırsız sayıda varlıklar meydana getirmiştir.

"O"nun sonsuz sınırsız sayıda meydana getirdiği bu varlıklar; "O"nun, ilmiyle ve ilminde yarattığı varlıklardır!.

Dolayısıyla bu yönü itibarıyla, evren ve içinde varolan her birim; mikro planda veya makro planda, mikrokosmozda veya makrokozmozda mevcut olan her birim, yaratılmıştır!..

Mikro veya makro planda var olan her birim, "O"nun ilmiyle, "O"nun ilminden, "O"nun varlığıyla meydana gelmiş olması sebebiyle de; o varlıklarda, "O" varlığının dışında birşey asla mevcut değildir!.

İşte bu son derece önemli iki noktayı hiçbir zaman dikkatimizden kaçırmayacağız.

Nasıl iki göz bir görürse, işte bu "iki" görüş de "bir"liği meydana getirir. Birisinden gâfil kalırsak farkında olmadan ötekinden de uzak düşeriz.

Biraz evvel açıkladığımız üzere, kendi yarattıklarından, kendi varettiklerinden hiçbirine benzememe özelliği "ALLAH`ın Ahadiyeti"nin tabii bir sonucudur. Çünkü "O"nun dışında bir varlık asla mevcut olmamıştır!.

Hatta bunu ifade sadedinde şu cümle söylenmiştir.

"A`yanı sabite vücûdun kokusunu almamıştır!."

Âyanı sabite, bütün bu varolan varlıkların aslı orijini olan ana manalardır!.

İşte bu sebepledir ki, bütün bu evren ve içinde varolan herşey, "yok"tan varolmuştur!. "Yok"tan da ancak "yok" varolur!.

Yani, bu ifade ile anlatılmak istenen şey, "herşeyin Zât-ı ilâhinin ilminde varolması"dır...

Bu, yokken varolmuş herşey, sadece ve sadece "ALLAH`ın ilmi" ile ve "Kendisinden" vücud bulmuştur.

&

"ALLAH"ın tekliğini, birliğini"... Ama dikkat edin, "birliğini" derken sayısal birlikten söz etmiyorum... Bir tanrı için sayısal birlikten söz edilebilir... Ancak gerçekte, ilim sahipleri indinde "ALLAH" için asla sayısal birlikten söz edilemez.

Burada bazıları haliyle şu suali soracaklardır... Bugüne kadar bu konuları dinlememiş, bu konulara girmemiş olanların bu suali sormaları da son derece doğaldır...

Efendim "ALLAH"ın "Vahid" ismi var; Kur’ân`da bir çok yerde de "İlâhınız" diye bahsediyor "ALLAH"tan... Kur’ân, "ilâh" diye "ALLAH"tan insanlara bahsederken, "ALLAH"ın "Vahid" isminden sözederken; sen nasıl olur da "ALLAH"ın "İlâh-tanrı" olmadığını, "ALLAH"ın "bir" olmadığını söylersin?

Burada şuna dikkat ediniz!.

"ALLAH"ın "AHAD" oluşu mutlaktır!..

"ALLAH"ın "VAHİD" yani "BİR" oluşu ise mûzaftır; yani izâfîdir; yani GÖRESELdir; yani rölativdir!..

Bu son derece önemli; ve kavranılması da o derece güç bir gerçektir ki, tasavvuf da bundan "HAKİKATLARIN HAKİKATI" olarak bahsetmiştir.

Bu konuyu açıklamaya başlarken dedik ki, "ALLAH" isminin manasının insanlara, insani kavramlara göre târifi vardır, bir... Bir de, "ALLAH"ın kendini târifi vardır, direkt olarak, iki dedik.

İnsanlık, sayısız tanrılara tapma dönemlerinden, tek tanrıya tapma dönemine kadar gelmiş; ve nihayet Efendimiz Aleyhisselâm ile tebliği olunmuştur ki;

"Tanrı yoktur sadece ALLAH vardır".

İşte bu akış, bu seyir içinde, insanlara tek varedici idrak ettirilmek için bu hitap biçimine uygun bir surette, "ilâh"tan sözedilmiştir.

"Sizin ilâhınız"; yani, sizin o varsaydığınız "İlâh" var ya, işte o "İlâh" "ALLAH"tır...

Yani, "ALLAH"ın, "İlâh-tanrı" olmasından değil; "ilâh-tanrı" ismiyle, varsayımıyla, tasavvuruyla insanda varolan düşüncenin gerçeğinin "ALLAH" olduğuna işaret edilmiştir.

Birinci anlayış kademesinde, "İlâh"ın "ALLAH" olduğu belirtilmek istenmiştir...

İkinci anlayış derecesinde idrak edilmesi önemli konu ise, "ALLAH"ın ne olduğunun farkedilerek; "ALLAH"ın "ilâh" olmaktan dahi münezzeh olduğunun farkedilmesi ve idrakıdır...

Bu hususu çok iyi anlayalım...

ALLAH`ın "ilâh" olduğunun anlatılması ayrı şeydir; insanların ilâh diye düşündüğü varlığın gerçeğinin "ALLAH" oluşunun vurgulanması ayrı şeydir!.

Bu iki kavram birbirinden doğu ile batı kadar uzaktır!.

&

Şayet yukarıda açıklamaya çalıştığımız gerçeği anlayabilirsek, işte o zaman, hakkıyla "ALLAH"a iman edenlerden olma kapısı bize açılır; ve hakkıyla "Âmentü Billahi" deme fırsatı doğar.

Çünkü hakkıyla "ALLAH"a "iman etmek", "benliği, nefs"i ortadan kaldırır, imha eder, yok eder!...

Hakkıyla, ALLAH`a iman edende, "benlik" kalmaz!.

Eğer bu açıkladığım hususu anlayabildiysek farkederiz ki; "ALLAH" ismiyle işaret edilen varlık, "Zâtıyla mevcut yegâne vücuddur", varlıktır!.

Ve "ALLAH" ismi dışındaki bütün isimlerle işaret edilen varlıklar, birimler, yaratılmıştır... "ALLAH" tarafından!... "ALLAH"ın ilminde!...

İşte bu sebepledir ki var olan; daha doğrusu ve gerçeği, "var" kabul edilen, "var" sanılan her şey, gerçekte "yok"tur!.

Eğer bu gerçeği anlayabildiysek, şimdi bir adım daha ileri gitmeğe çalışalım.

"ALLAH", "öncelik ve sonralık" gibi zaman kavramı olmaksızın; ilmiyle, ilminde mevcut olan sonsuz mânâları seyretmeyi dilemiş; " MÜRÎD " olması dolayısıyla, kendindeki sonsuz mânâları seyretmeyi "murad etmiş"; bu murad ediş ile birlikte, "ol dediği şey, anında olur", âyetinde işaret edilen bir biçimde bu mânâların seyri başlamıştır.

İşte "ALLAH"ın "ol" hükmüyle, yani "MÜRÎD" ismi ile işaret edilen bir biçimde ilmindeki manaları seyretmeyi murad etmesi; evren ismi altında olan tüm isimlerle işaret edilen varlıkların meydana gelmesini oluşturmuştur!. Bunların "yok"tan varolmasını murad etmesi hükümdür!.

Bütün bunların varolmasını murad etmiş, hüküm vermiştir ki, bu hüküm "ALLAH"ın "Kazası"dır!.

"Kaza", işte bu "hüküm"dür!.

"Kazası", yani varetme "hükmü" sonucunda; o isimlerin mânâlarının nasıl ve ne şekilde açığa çıkmasını murad etmeside "O"nun takdiridir.

Bu takdir gereğidir ki, çeşitli ilâhi isimlerin mânâları, sayısız çeşitli bileşimler-terkipler şeklinde belirli anlam sûretlerini meydana getirmiştir.

"Anlam sûretlerini" diyorum, dikkat edin; henüz bu boyutta varlıkların vücudu yok!.

Yani, hüküm verdi!.

Hüküm, "ol" emri ile oldu; bu oluşun neticesinde çeşitli esmâ mânâları seyredilmeğe başlandı...

Çeşitli ALLAH isimlerinin mânâlarının seyri takdir edildi!..

Bu esmâ mânâlarının seyrinin takdiri ile birlikte, "ayânı sâbite" denilen, varlıkların orijinleri, varlıkların orijin ve aslını meydana getiren, ana mânâ gurupları meydana geldi...

Ancak dikkatinizi çekerim...

Ben bunları anlatırken elbette bir sıralamadan, bir zamandan bahsediyorum... Oysa gerçekte böyle bir zamanlama ya da süreç sözkonusu değil!.

Bunların hepsi, bir "an"da olup biten bir şey!..

"Ol dedi ve oldu"

anlamında târif edildiği bir biçimde!.

Bu yüzdendir ki, benim bu anlatışım içindeki zamanlama tabirleri, sizi asla bir zaman kavramına sokmasın!.. Gerçekte, burada zaman diye bir olay yok!.

İşte bu mânâların, mânâ gruplarının meydana gelişi, "Takdiri ilâhi"dir!.

Esasen;

"ALLAH MAHLÛKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİ BİN SENE EVVEL YAZMIŞTIR, TAKDİR ETMİŞTİR."

Şeklindeki Rasûlullah açıklamasında bahsedilmekte olan gerçek işte bu boyuttur.

Bu boyutta, henüz bildiğimiz anlamda varlık sûretleri olmadığı gibi, bu varlık suretlerini meydana getiren esmâ terkipleri -isimler bileşimleri- de yok daha!. Bunların asli vücudu yok!...

Bu yüzdendir ki, "Âyânı Sâbite vücûd kokusu almamıştır" denerek, bu takdir safhasına işaret edilir.

Yani, ALLAH`ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi "Kaza"dır...

Bu mânâ seyredilir hale gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda "Kader"dir..

Burada açıklamakta olduğum "kaza ve kader", halkın anladığı, kitapların yazdığı "kaza ve kader" kavramı olmayıp; bâtıni mânâda, gerçek mânâda, öz mânâda "kaza ve kader" kavramıdır.

Şimdi bu kavramların bir de ikinci bölümü var ki; halkın, herkesin anladığı mânâdaki "kaza ve kader" kavramlarıdır onlar.

Zaten bizim bildiğimiz; üzerinde konuştuğumuz; "kader ne kadardır, eni nedir, boyu nedir, ne kadarı bizde var, ne kadarı da onda var; küllü nedir, cüzü ne kadardır" gibi kavramlar, hep bu ikinci bölümde konuşulan kaza ve kader ile ilgili kavramlardır.

Şu ana kadar bahsetmiş olduğum boyuttaki "KAZA" ve "KADER" ile ilgili değildir!..

Eğer şimdiye kadar anlatılanları anlayabildiysek; şimdi bunun bir basamak daha aşağısına inelim.

&

Mahlûkatın kaderlerine geliyor sıra...

Mahlûkatın kaderini yazan kim?...

Mahlûkatın kaderini yazan "Rabbülâlemin"dir...

"Rabbülâlemin"... Âlemlerin Rabbı, yani âlemler kelimesiyle işaret edilen, sonsuz sınırsız varlıkların meydana getirildikleri Rubûbiyet mertebesidir.

Bütün "ALLAH İSİMLERİNİN mânâları", "ALLAH" ilminde mevcuttur, dedik.

"Rahmaniyet" mertebesinden, "ilmi ilâhideki ilâhi esmânın toplu halde bulunduğu mertebedir" diye söz edilirse de; gerçekte burada topluluktan veya ayrılıktan söz edilemez.

"RAHMANİYET", ilâhi esmânın hazinesidir, deriz; ki bu da mecazi bir ifadedir... Gerçekte, böyle bir tanımlamadan da münezzehtir "ALLAH"!.

İşte bu "Rahmaniyet" mertebesinde mevcut olan esmâ-i ilâhi, "O"nun, "melikiyet" mertebesi özelliği ile mülküdür.

Bir yönü itibarı ile "Melîk"tir, bir yönü itibarıyle "Mâlik"tir.

Ancak, "melîk" ismi, "mâlik" isminden daha kapsamlıdır.

"Mâlik" ismi," "bir şeyin sahibi" anlamındadır.

"Melîk" ise o şeyin hem sahibi", hemde "o şeyler üzerinde mutlak hükümdar" olandır.

Yani, "ALLAH"ın "Melîkiyet"i, "kendi esmâlarını dilediği gibi açığa ortaya çıkarması, seyretmesi" anlamındadır.

"DİLEDİĞİNİ YAPAR." ( )

"YAPTIĞINDAN SUAL SORULMAZ!" (21-23)

Bu âyetler "O"nun "Melikiyeti"nin eseridir.

"Melikiyet" mertebesinin tenezzülü ile "rubûbiyet" mertebesi oluşur eder.

"Rubûbiyet" mertebesi çeşitli esmânın, çeşitli terkipler -bileşimler- şeklinde açığa çıkmasını sağlar. Bu esmâ, çeşitli terkipler şeklinde ortaya çıktığı anda "abd" meydana gelir...

"Rabb" yani "ALLAH isimleri"nin bir terkip -bileşim- hâli, bir birimin, bir isim ardındaki varlık halinde ortaya çıkışını sağlar.işte bu ortaya çıkış "rubûbiyet" mertebesinin hükmünün zahir oluşudur.

Kul, rabbına tâbidir!.

"YÜRÜR HİÇBİR MAHLÛK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP GÖTÜREN O`DUR!." (11- 56)

Âyeti işte bu gerçeğe işaret eder.

Yani, o varlığı bulunduğu haliyle yaşatan; "ALNINDA" -alnının arkasındaki beyninde- açığa çıkan, esmâ terkibinin oluşturduğu program onun Rabbıdır... Çünkü onun varlığı, kendisinin rabbı olan esmâ terkibinin tabii sonucudur...

Yani, "birim" ismi, kendini meydana getiren isimler bileşiminin adıdır.

Kendisini meydana getiren o esma terkibinin -isimler bileşiminin- dışında, birimin bir varlığı mevcut değildir.

Eğer, o ismin ardındaki, o ismin karşılığı olan esmâ terkibini ortadan kaldırırsanız; ismin arkasındaki varlık da ortadan kalkar!.

Hangi isimle isimlenen, hangi varlık, hangi birim olursa olsun, o ismin ardındaki varlık bir esmâ terkibidir; yani rabbın bir isimler bileşimi şeklinde kendi varlığını âşikâre çıkartmasıdır.

Bu yüzdendir ki...

Birimin, hiç bir şekilde, "ALLAH"ın esmâsı dışında, bir zerre varlığı mevcut değildir!.. Ve bu sebepledir ki, Abd, rabbının mutlak olarak kuludur!...

Abd, rabbine kulluk etmededir!. Her hâlûkârda!.

Abd`ın rabbine kulluk etmemesi asla düşünülemez ve hayâl bile edilemez... Tasavvur bile edilemez...

Çünkü Abd`ın, Rabbinin varlığı dışında hiçbir şeyi yoktur!. Sadece ismiyle, rabbından ayrı düşmüştür abd!..

Bunu târif sadedinde basit bir misâl vermişlerdir ama, bu misalin kelimelerinde kalınırsa gene olaydan çok uzak düşülür.

Suyun çeşitli kalıplarda donarak, değişik sayısız buzdan heykeller meydana getirmesi; ve bu buzdan heykellere değişik isimler verilerek, sayısız değişik varlıklar varmış sanılması hâlini düşünün!...

Birinin adına insan demişsin, diğerinin adına cin, bir diğerinin adına melek, ya da dağ, deniz v.s. demişsin!.

Ne varki, buzdan birimlerin isimlerinin ardındaki varlık olan o buzdan heykelleri erittiğin zaman, buz, aslı olan suya döner!..

&

Şimdi, "abd", "Rabbın Abdı" olduğuna göre;

"Abd" ismiyle, "Kul" ismiyle işaret edilen varlık, belli ilâhi isimlerin mânâlarının, bir bileşim halinde biraraya gelerek bir anlam oluşturması olduğuna göre;

Ayrıca, o abdın, başka bir tanrıdan, başka bir ilâhtan, başka bir varlıktan almış olduğu bir aklı, bir şuuru, bir idrakı ve bir iradesinden acaba söz edilebilir mi?..

&

İşte geldik işin tabiri câiz ise püf noktasına...

Varlığın aslını hakikatını, özünü bilmeyenler; hakikata ermemiş olanlar; yani, herşeyi beş duyu sınırları içinde değerlendirme özelliği ile bezenmiş mübarek varlıklar; elbette kendilerinde belli bir bağımsız akıl, belli bir bağımsız irade, belli bir bağımsız kudret, belli bir bağımsız güç olduğunu düşünecekler; ve bu düşünceleriyle o güzel ve mükemmel hayatlarını yaşayıp, bu dünyadan geçip gidecekler!!!...

Şurası kesin ki, "ALLAH" dilediğini yapmadadır ve yaptığından sual sorulması söz konusu olmaz!.

Sual sorulmaz; çünkü, sual soracak ikinci bir varlık yoktur !.

"VE MA TEŞÂUNE İLLA EN YEŞÂALLAHÜ." (İnsan, 30)

"siz dileyemezsiniz, isteyemezsiniz... İstek sadece "ALLAH"a aittir"..

Evet, dikkat buyurun...

"Siz isteyemezsiniz, ALLAH istemedikçe" çevirisi yanlıştır!.

Bu âyetin gerçek mânâsı...

"Siz isteyemezsiniz, isteyen ALLAH`tır"dır!..

Ve bu mânâyı anlarsak, farkederiz ki, iki tane isteyen varlık yok!.

"Biri istiyor da, onun isteği üzerine ötekinde de istek meydana geliyor" gibi bir kavram kesinlikle sözkonusu değil!.

İşte, "ve ma teşâune illa en yeşâallah" âyetinde de bu husus vurgulanır...

Gerçekte isteyen tek varlık, yani MURÎD ALLAH`tır!. İRADE sadece ALLAH`ındır. Ve, O, murad ettiğini ol hükmüyle meydana gelir. İşte bu gerçeğe işaret sadedinde denir ki;

"Kaldır kendini aradan, ortaya çıksın yaradan".

Kendini aradan çıkartırsan, kaldırırsan; yani, "ALLAH`tan ayrı bir varlık olarak varım" varsayımından, zannından kurtulursan; varlıkta mutlak MÜRİD yani İRADE EDEN ve RAB olan ALLAH dışında bir şey mevcut olmadığını açık seçik farkedersin.

"SİZİ VE YAPTIKLARINIZI ALLAH YARATTI." (37- 96)

ALLAH "yaratmıştır" kelimesiyle işaret edilen mânâyı biraz evvel izah etmiştik. Yani, varlıkların yaradılışı demek, "İLİM" boyutunda esmâ mânâlarınn takdiri, hükmüdür!.

Varlıkların meydana gelişiyle, bu varlıkların meydana gelişinin tabii sonuçları olarak onların fiilleri meydana gelir...

Daha açık bir ifadeyle anlatmaya çalışalım...

Fiiller, belli bir mânânın dışarıdan algılanan şeklidir!.

Belli bir mânânın varoluşunun doğal sonucu ve algılanış şekli, fiildir!. Yani, her fiil, gerçeğiyle, mânâdır!...

Dikkat ediniz, "mânâ ihtiva eder", demiyorum!... Birimin algılama şekline göre, "mânâ ifade eder"dir, bunun anlamı, ama ben bunu demiyorum!.

Fiil, mânâdır; mânânın tâ kendisidir!.

O "mânâ", algılama aracına bağlı olarak "fiil" şeklinde değerlendirilir!.

İşte burayı çok iyi anlamak lazım... Çünkü, çok ince bir "sır"dır bu; ve konunun önemli "püf" noktalarından bir tanesi de burasıdır!.

Esas varolan manadır!...

Mananın, fiil şeklinde algılanışı, algılama aracı dolayısıyladır!.

Eğer şu açıklamaya çalıştığım cümleyi anlamazsak, kesinlikle

"ALLAH vardır ve O`nunla beraber hiçbir şey yoktur"

cümlesinin mânâsını da anlayamayız!... Lâfını eder, ezberler, kelimeleri tekrarlarız, ama mânâsını kavramamız asla mümkün olmaz!.

Ef`al boyutu denen; algılama araçları ile var görünen; var kabul edilen; var sayılan; tüm fiiller, orijinde mana olarak mevcuttur; ve "fiiller boyutu" denen "kesret âlemi" için, bu sebeple denmiştir ki;

"HERŞEY HAYÂLDEN İBARETTİR; ÂLEMLERİN ASLI HAYÂLDİR."

Çünkü kesret yani çokluk kavramı içine giren her şey, ALLAH isimlerinin anlamlarından başka bir şey değildir!...

Eğer, siz henüz şuur boyutunda yaşayabilme; benliksiz bir biçimde, varlığın Tekliğini seyredebilme özelliğine sahip değilseniz; sizin için çokluk âlemi mevcuttur!. Ve siz kesret âleminin kurallarına göre yaşarsınız!... Ve bu yaşamınızın doğal sonucu olarak, bütün beşeri değerler, kavramlar geçerlidir.

Ayrıca sanmayınız ki; bu bahsedilen âlemleri yaşadığınız zaman, şu içinde bulunulan âlem ortadan kalkar; hayır !...

Her boyut kendi algılayıcısıyla varlığını sürdürür; ve,

"ALLAH, ADEM`İ KENDİ SÛRETİ ÜZERE MEYDANA GETİRDİ, YARATTI"

anlamındaki Rasûlullah uyarısı gereğince de, insan ismi altında, Zât boyutu, sıfat ve esmâ boyutu ve ef`al boyutu mevcuttur.

Bu yüzdendir ki; Zât boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; sıfat ve esmâ boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; ef`al boyutunun da ayrıca hakkını vermek zorundasınız!... Çünkü bu dört boyutta sizin varlığınızda mevcuttur!.

Şu ana kadar anlattığımız hususlarda, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamaları ve Kur`ân-ı Kerim’de işaret edilen gerçeklerden anlayabildiğimiz kadarıyla, "ALLAH"ın kazası ve takdiri ile; "ALLAH"ın varlığı meydana getirişi; ve bu konudaki takdiri üzerinde durduk.

Şayet buraya kadar anlattıklarımızı yeterince açıklıyabildiysek, bundan sonrasını da son derece rahatlıkla anlayıp çözebiliriz.

Ancak, bu bölümü anlamadıysak, "ALLAH" isminin mânâsını şayet kavrayamadıysak; bu mânâ bize açılmadıysa; muhakkak ki herkesin anladığı mânâda "bireysel kader" konusunda bir takım sorularımız olacak; ve, "ben burayı bir türlü anlayamıyorum" diyeceğiz.

* * *

Hayır ve Şer Allahtandır

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"HAYRIHİ VE ŞERRİHİ MİN ALLAHİ" "HAYIR VE ŞER, ALLAH`TANDIR"

Ne diyoruz?...

"Hayrın ve şerrin ALLAH`tan olduğuna iman ediyorum".

Bunu hepimiz diyoruz!.

"Âmentü"yü okurken, "hayrın ve şerrin "ALLAH"tan olduğuna iman ediyorum" diyorsunuz....

Peki gerçekten, yürekten inanıyor musunuz böyle olduğuna..?

Oysa, başınıza bir iş geliyor; "falanca böyle yaptı da onun için" diyorsunuz!...

Öbür yandan da, "gerek hayır ve gerek şer olsun ikisinin de "ALLAH" tarafından geldiğine iman ediyorum" diyorsunuz ya "Amentü"de..

Bak dostum, tekrar et...

" Âmentü Billahi..... hayrıhi ve şerrihi min Allahû Teâlâ"

Hayrın ve şerrin ALLAH`tan geldiğine, iman ediyorum" diyorsun!.

Peki bu dediğin gibi mi yaşıyorsun?...

Her olay içinde ve yaşamının her anında böyle mi düşünüp; olanları böyle mi değerlendiriyorsun?

Eğer dediğiniz gibi yaşayamıyorsan, "Âmentü"nün bu şartına iman etmiyorsun demektir.

Teypte "Âmentü"yü defalarca tekrar eder ezberletirsen, papağan da defalarca tekrar eder!..

Senden de bu kelimeler tekrar tekrar çıkabilir... O takdirde, sana da mü`min, yani bunlara iman etmiş, derler; ağzından çıkanlara bakarak...

Ancak, her an, karşılaştığın her fiilde;

-"hayır ve şer" hepsi de ALLAH tarafından bana geldi, "O"nun takdiri üzere bu olay benim için oluştu!..

diyemiyorsan; sen, henüz "Âmentü"deki bu hükmü kabul etmiş değilsin!.

Bak şu âyetin anlamını iyi kavra... Sonra da ister "İMAN ET", istersen de reddet!.. Keyfin bilir...

"...EĞER ONLARA BİR HAYIR GELİRSE;

-BU ALLAH`TANDIR!.. DERLER...

EĞER ONLARA BİR ŞER GELİRSE;

-BU SENDENDİR!.. DERLER...

DE Kİ:

-HEPSİ ALLAH`TANDIR!." (4-78)

Kurân-ı Kerim’in bu hükmünü kabul ve tasdik ediyor musun, etmiyor musun?

Mü`min, "âmentü"ye iman eden; bu esaslara "iman" eden demektir!.. Sen şimdi mü`min misin, değil misin?

"Hayrıhi ve şerrihi min ALLAH" ifadesinin idrakında mısın ve bu prensibi kabul ediyor musun ?...

Bu gerçeği kavradıysan mesele yok!.

Bu gerçeği farketmiş ve idrak etmiş değilsen; benim yönümden yine mesele yok!... Beni ilgilendiren bir konu değil!..

Bak dostum, olay senin sorunun!. Sen tek başına Âhıret denen ölümötesi yaşama geçeceksin, diri diri mezara gireceksin ve o mezarda milyarlarla sene, dünyada elde ettiklerinin sonuçlarını yaşayacaksın; hoş veya nahoş!.

İster Kur`ân hükmüne dayanan "Âmentü"deki bu prensibi kabul eder ve ona göre yaşamına yön verirsin; istersen de iman etmez, kabul etmez, dilediğin gibi yaşar, sonuçlarına katlanırsın!.

Şimdi burada önemli olan bir sual var...

Niçin "Hayrıhi ve şerrihi min ALLAH" deniyor da "min Rabbihi" denmiyor?...

Yani, "hayır ve şerrin", "Rab"binden olduğu değil de "ALLAH"tan olduğu ifade ediliyor.

"Hayır ve şer ALLAH"tandır, "Rab"binden değil!... Çünkü senin nefsinden zuhur eden şeyler senin "Rab"bindendir.

Karşındakinin nefsinden zuhur eden şeyler de onun "Rab"bindendir.

Buna karşın tümüyle her varlıktan denince, bütün varlıkların "Rab"bı, "Rabbülâlemin" olan "ALLAH"tır!..

"ALLAH" kendindeki hangi mânâyı ortaya çıkarıp seyretmeyi dilemişse, o isimler bileşimini ortaya koymuş; ve o terkibin mânâsı, o fiilin "Rab"bı olmuştur!..

Bu yüzdendir ki, bütün fiiller, o fiilin yaratıcısı olan Rabbül Âlemin"den, yani "ALLAH" tarafındandır!. Onun için denmektedir ki "Hayrıhi ve şerrihi min Allahû Teâlâ"... "Min Rabbihi" değil..

"HAYR" ya da "ŞER" diye nitelendirdiğin olaylar, ALLAH`ın türlü isimlerinin mânâsı olarak senin karşına gelmektedir!.

Yani, senin karşılaştığın "hayır ve şer" diye tanımladığın bütün olaylar, "ALLAH" isimleri ile işaret edilen mânâların, fiiller âleminde, ef`al âleminde ortaya çıkmasıdır.

İşte bu sebepledir ki, "karşılaştığın olayı kişiden veya hayvandan veya cinden bilme; ALLAH`tan bil"dir "Âmentü”nün bu prensibinin mânâsı.

Sen ne zaman ki ALLAH`tan bilmez de, birimden; yani belli bir isimden, falanca ya da filancadan bilirsen; o fiili meydana getiren gerçek fail olarak ALLAH`ı bilmezsen "ALLAH"tan gâfil oldun demektir!.

Veya bir diğer ifade ile, ALLAH`ın senin yetişmen amacıyla o fiili, o olayı meydana getirdiğini ve senin karşına çıkardığını farketmezsen "ALLAH"tan perdelenmiş olursun.

Oysa amaç, her şeyin sahibi olan ve heran her şeyde murad ettiğini yapan "ALLAH`a iman" ile bu dünyadan geçip gitmek en azından...

Yani, ALLAH`ı müşahede etmek!. Yani, "ALLAH"a şehâdet etmek!... "Eşhedü...." diyebilmek!..

Öyleyse başına gelen hayrı ve şerri birimden değil, -"birim" tabirini en geniş anlamı ile kullanıyorum, ve bu yüzden bir isim kullanmıyorum- ALLAH`tan bilmek zorundasın.

Bu nedenledir ki, eğer mü`min olarak bu dünyadan geçip gitmek istiyorsan...

"Hayrıhi ve şerrihi min ALLAH" cümlesini her an hâfızanda tutup; bütün olaylara ve birimlere "MİN ALLAHÛ TEÂLÂ" yani

"ALLAH`TAN" anlayışı ile bakmak mecburiyetindesin, !..

Bunun aksine bir düşünüş, seni, farkında olmadan "Âmentü" prensiplerine iman çizgisinden çıkartıverir!.

* * *

Vel ba'su Ba' del Mevt

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"VEL BA`SU BA`DEL MEVT" ÖLÜM AKABİNDE YENİ BİR BEDENLE YAŞAMA DEVAM

"Vel ba`su ba`del mevt"; "mevt"in yani "ölüm" anının hemen sonrasında, "ba`s" olacağıma inanıyorum" demektir.

Melekler bahsinde Azrail`i anlatırken de üzerinde durduğum gibi mevt yani ölüm, tadılan birşeydir!...

Bir başka tanımlama ile "MEVT", "Kontrolundaki yapıyı kullanamaz hale gelmek" demektir!... Özellikle, insanın, bedeninin "kullanım dışı kalmasını" târif sadedinde bu kelime söylenir..

Bu yüzdendir ki, "ÖLÜM TADILIR"!..

Tadan da İNSANIN bizâtihi kendisi olan şuuru-bilincidir!...

"Küllü nefsin zaikatül mevt" (29-57)

"HER BİLİNÇ ÖLÜMÜ TADACAKTIR",

âyetinde olduğu gibi; her bilinç, -burada hususi mânâsıyla insan, genel anlamıyla evrende var olan tüm bilinçler kastediliyor- her bir nefs sahibi, şuur sahibi, ölümü tadacaktır" denmektedir!..

"NEFS"in anlamı "bilinç sahibi birim"dir..

Yani, içinde bulunduğu halden sonra, o güne kadar kullandığı bedeni ve ortamını kaybedecek; yeni ortamın gerektirdiği beden ile yaşamına devam edecektir.. Her bilinç için bu böyle!

İnsan yönünden ele alırsak... Her nefs yani bilinç, bir süre sonra herhangi bir sebeple bu yaşadığı bedeni kullanamaz hale gelecek; bu beden kullanım dışı kalacak; bu bedenin kullanılamaz hale gelmesinin hemen akabinde de, oluşmuş bulunan yeni bir bedenle yaşamına devam edecek!.

Böylece, içinde yaşadığı bedenden; ve o beden dolayısıyla bağlı olduğu her şeyden ayrılarak ölümü tadmış olacak!.

Halogramik yapılı dalga(wave) bedeniyle, -ki biz ona din terminolojisinde RUH diyoruz-, o ruhla yaşamına devam edecek.

İşte bu "her bilinç ölümü tadacaktır"ın neticesinde "Vel Ba`su Ba`del mevt" inancını getiriyor.

Burada dikkatimizi çekmesi gereken bir önemli husus daha var:

"Vel Ba`su ba`del Kıyamet" denmemesi!.

Eğer "vel ba`su ba`del kıyamet" dense, o takdirde biz şunu düşüneceğiz:

"Madem ki şimdi öleceğiz ve kıyamette sonra dirileceğiz, öyle ise ne kabirde sorgu sual var, ve ne de herhangi bir kabir azabı sözkonusu... Kabir âlemi diye bir yaşantı da yok!.. Kabirde iken ne cenneti ne de cehennemi göreceğiz!. Şimdi uyuyup, kıyâmetten sonra uyanacağız!.."

Ama "BA`S" olayının "mevt", yani, biyolojik mevcut bedenimizin kullanılmaz hale gelmesinin hemen sonrasına alınması, olayın tüm şeklini değiştirmektedir...

İnsan, ölüm denen olayla, beş duyuyla algıladığımız madde boyutundan, cinlerin ve geçmişte yaşamış olan insanların hâlihazır yaşamlarının sürdüğü "berzah" denen dalga(wave) boyuta geçmektedir...

"ÖLÜM"le insanın 50-70 yıllık dünya yaşamı dönemi kapanıp; belki de milyarlarla sene sürecek olan "BERZAH" yaşamı dönemi açılmaktadır!.

"BERZAH" yaşamı ise ön "dünya-kabir geçiş yaşamı"ndan sonra, ya "KABİR ÂLEMİ" ya da "BERZAH YAŞAMI" şeklinde "KIYÂMETE KADAR" süregider!

"Öngeçiş" evresinde kişi bedeni kullanılmaz hale gelmesine rağmen, sağmışçasına dış dünyayı algılar, her şeyi görüp-işitir... Bu arada cinleri de açık-seçik görmeye başlar!...

Burada çok önemli bir hususa daha işaret etmeden geçmeyelim...

Normal ölümde, kişide "ölüm" gerçekleşmeden önce, yani bedenle ilişkisi kesilmeden önce, eskilerin tâbiriyle "şeytan imanını almaya gelir"!...

Nedir bu olayın içyüzü..?

"Sekerat hâli" denen, kişinin, "ölüm" öncesinde dünya ile bağlarının zayıflayıp, dalga(wave) âlemi daha net bir biçimde algılamaya başlamasının akabinde cinleri de net bir biçimde görmeye başlar!..

İşte bu sırada ölecek olan kişi "İMAN"lı ise, şeytani cinleri acaip bir telaş sarar!.. Ne yapıp edip bu son fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeli ve bu kişinin "İMAN"ını elinden almalıdır!!!

Bu anda beyin henüz normal faaliyettedir, düşünce ve idrak yerindedir... Dolayısıyla kişinin tüm algılayışları, normal olarak beyinden ruha yani dalga bedene yüklenmektedir...

"ÖLÜM"le ise kayıtlar son bulacak; artık ruh yani dalga(wave) beden, beyinden yeni bir kayıt alamıyacak; kendisine son yüklenen bilgilerle, idrakıyla sonsuza dek yaşıyacaktır!..

İşte bu haldeyken kişi, büyük bir ihtimal ile o ana dek hiç görmediği cinleri bir anda karşısında bulur!..

Geçmiş aile büyükleri ya da inandığı kişiler sûretine bürünerek karşısına gelen CİNLER;

-O güne kadarki imanının boş olduğunu; tanrının varolmadığını; Hazreti Muhammedin Allah Rasûlü olmayıp, insanları iyiliğe sevketmek için gelmiş akıllı bir insan olduğunu telkin ederek; artık bu boş inançları bırakıp kendisini bekleyen yeni âlemin yeni değerlerine hazırlanmasını" isterler!.

Eğer ölüme hazırlanan kişi bu konuda sağlam bir bilgiye veya "İMAN"a sahip değilse, rahatlıkla CİNLERİN bu yalanlarına kapılır. Ve dünya yaşamındaki bu inancın boş olduğunu kabullenip, ölür!.. İşte "İMANSIZ" ölen bir kişi daha!.

Çünkü beyinden ruha yüklenen bu son kayıt, artık onun sonsuz dek bakış açısını oluşturacaktır!..

Ya da o anda kişi ızdırap çekmektedir, içinde bulunduğu hastalık dolayısıyla... Cinler onun imanını terketmesi halinde ızdırabına son vereceklerini; zaten imanın da geçeceği âlemde gereksiz bir şey olduğunu söylerler!... Tıpkı, bugün "biz uzaylıyız, İslam Dini artık hükmünü yitirmiştir" deyip, birtakım insanları kandırdıkları gibi!.

İşte anlattığımız örneklerin daha binbir türlüsünü oluşturarak, son anda kişiyi "İMAN"ından etmeye çalışırlar..

Bu hususta tek çare, yaşam boyunca bu konularda bilinçli olabilmektir!.

Evet, "sekerât" hâlinden sonra "ölüm" kesinleştiğinde, bu defa hem cinler hem de dünyada yaşayanlar seyredilmeye başlanır...

Kabire gelinceye kadar olup-biten her şey, ölümü tadan tarafından seyredilir!...

İnsan, hayatının en büyük paniğini mezara bırakılacağı anda yaşar!

Şuurlu bir varlık olarak yaşarken kabre konulacağını farketmek; üstüne toprak atılınca orada kapalı kalacağını hissetmek kişiyi son derece panikletir!

Ve çaresiz toprağa konulur; üstüne toprak atılıp, kapak kapatılarak dünya ile ilişkisine son verilir!.

Bu arada "MÜNKER ve NEKİR" adlı iki melek gelerek ona şu üç soruyu sorar:

RABBİN KİM?

NEBİN KİM?

KİTABIN NE?"

Kişiye kabirde ne mezhebi sorulur, ne de mezheb imamı!.

Kişiye kabirde ne tarikatı sorulur, ne de tarikat şeyhi!.

Kişiye kabirde ne hangi ülkede yaşadığı sorulur; ne de o ülkenin rejimi, nasıl veya kimler tarafından yönetildiği!.

Melekler bu sorgulamada aldıkları cevaba göre, kişinin, yeni dünyasını algılama kapılarını açarlar..

Tıpkı, "OKUMA" olayının gerçekleşebilmesi için meleğin "SIKMASI" olayında olduğu gibi...

Böylece o kişi kabir âleminde hem cenneti, hem de cehennemi görmeye ve geleceğinin hangisi olduğunu bilmeye başlar!.

Eğer hakketmişse, kabir âleminden çıkıp, serbest olarak "BERZAH-geçiş" âleminde yaşamaya ve kendisinden önce o âleme geçmiş olan şehid, veli ve nebilerler görüşmeye başlar!

Bu konuda çok daha geniş bilgiyi "Hz. MUHAMMED`İN AÇIKLADIĞI ALLAH" kitabının "ÖLÜMÜN İÇYÜZÜ" bölümünde anlatmıştık... Konunun detaylarını arzu edenler oradan okuyabilirler...

Evet böylece elimizden geldiği kadarıyla, "ÂMENTÜ" diye bilinen "İMAN ESASLARI"na dair bilgi naklettik... Noksanıyla kabul ola!

Şimdi geldik "İslam" bahsine...

* * *

İslam

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

İSLÂM

"İslam" nedir?

Neden "İslam"?

"İslam" kelimesi kullanım alanı olarak iki mânâdan kaynaklanıyor:

Selâmete çıkma, selâmete erme anlamına.

Teslim olmak anlamına...

İslamı anlamak için, öncelikle "Hz. Muhammed Neyi OKUDU" isimli kitabımızda anlattığımız bir biçimde "İkra"-"Oku" diye başlayan, ilk âyetlerin mânâsını anlamak gerek. Bundan sonradır ki, İslam`ın ne olduğunu anlamak daha kolay olur.

Niçin İslam?

"İslam"; selâmet bulma, selâmete erme, "selâm" isminin mânâsının sizde açığa çıkması anlamında!.

"Allah"ın "selâm" isminin mânâsı ortaya çıktığı zaman kişi, bir kısım ilâhi isimlerin mânâsıyla tahakkuk etmek suretiyle, cennet yaşamı dediğimiz yaşama geçer.

İşte bunun içindir ki İslam, bunun için teslim olmak.

"KESİNLİKLE ALLAH İNDİNDE DİN İslam`dır";

diyor Kur`ân!...

Din, "ALLAH" hükümleri bütünüdür; "ALLAH" düzenidir; "ALLAH" sistemidir!.

Buradaki ilâhi sistem ve ilahi düzen kavramlarını yanlış anlamayalım!. Beşeri düzenlerle, sosyal-siyasi düzenlerle, siyasi rejimlerle buradaki düzen kelimesini karıştırmayalım.

"ALLAH" sistemi dediğimiz zaman, olayı kelime şekliyle, şeriat yönüyle de ele almayalım!.

Bu öyle bir düzendir ki, Kur`ân bize bu sistemin her an, her zerrede yürürlükte olduğunu bir çok yerinde vurguluyor.

"VE LEN TECİDE Lİ`SÜNNET`İLLAHİ TEBDİLÂ" (48-23)

"ALLAH`IN YARATIŞ SİSTEMİNDE ASLA DEĞİŞME - YENİLENME OLMAZ"

âyeti, bu genel düzeni ve sistemi anlatıyor.

Yani ister nebat, ister hayvan, ister insan, ister melek, ister cin olsun, tüm varlıklar bu genel sistem içinde kendi varoluş gayelerine uygun olarak görevlerini meydana getirmektedirler!..

"KESİNLİKLE ALLAH iNDİNDE DİN İSLAM’DIR"

âyetinde de işaret edilen mânâ, tüm varlıkların bu "doğal ve zorunlu teslimiyeti"dir..

Yani bir diğer ifadesiyle;

"Evren tüm içindekileriyle "ALLAH"a teslim haldedir"!..

KESİNLİKLE TÜM VARLIKLAR ALLAH`A TESLİMDİR Kİ, BU, GERÇEK DİNDİR!..

Varolan hiç bir varlık, hakikatı itibariyle, esası itibarıyla "ALLAH"a isyan edemez, âsi olamaz.

İblis`in "Allah"a isyanı dahi, ezeli görevi ve var oluş programının sonucudu!r... Çünkü varoluş mertebelerinde, bir çok varlıkların, kendi görevlerini yapmaları, veya imtihana tabi tutulmaları, cinler aracılığıyla olacaktır.

Eğer iblis`in o isyan dediğimiz hali olmasa, ne Adem cennet yaşamından ayrı düşer; ne insanlar madde bedenin getirdiği sıkıntı ve zorluklara düşer; ne de insanların geçmişteki cennet halinden çok daha ileri boyutlarda olan özlerindeki ilâhi gücü ortaya çıkarma, çalışmaları var olurdu!...

Çünkü, zaten Adem, cennet yaşamı içinde iken bugün hedeflediğimiz, istediğimiz şeylerin bir kısmına sahipti... Yani, o bir kısım ilâhi güçlerle tahakkuk ediyordu!.

Cennette herkesin her istediği olacaktır!.

Adem`in de cennette hemen her istediği oluyordu!.

Ancak şu farkla ki...

Adem Aleyhisselâm yeryüzünde yaratılmıştı!...

"YERYÜZÜNDE BİR HALİFE MEYDANA GETİRECEĞİM"...

ayeti de, O`nun yeryüzünde varoluşunun apaçık ispatıdır!..

Bizler gibi bir madde bedeni mevcuttu!... Bu sebeple de bulunduğu yere "yeryüzü cenneti" denmekteydi!.

Ancak yeryüzünde yaşamasına rağmen, bizim bugün elde edemediğimiz pek çok isteklerini gerçekleştirebiliyordu...

Çünki kendisindeki ilâhi güçlerin açığa çıkmasını engelleyen "VEHİM" duygusu oluşmamıştı!..

"VEHİM" duygusu insanda mevcut bulunan en büyük şer güçtür!.

Varolmayan ya da varolması mümkün olmayan şeyleri imkan dahilinde göstererek bilinci âdetâ esir eder!.. Tüm korkuların, endişelerin, sıkıntıların kökeninde "vehim" yatar!..

"Negatif varsayım" diye günümüz diline çevirebileceğimiz bu deyimin insan yaşamındaki yeri hiç kimsenin tahmin edemiyeceği kadar büyüktür!.

Eğer kişi "VEHİM" duygusunu kontrol altına alabilirse, yaşamı âdetâ cennet yaşamına döner... Buna karşılık insan "vehminin" esiri olursa, yaşamı artık bir cehennemdir!.

Varolmayanı var sandıran; varolanı da görmezlikten getiren kuvvettir "VEHİM"!..

İnsan, "VEHİM" hükmü altına girmemiş bir akılla herhangi bir şey düşünüp, o şeyi yapmağa karar verirse; ve bu hususta da azimli olursa, normal şartlara göre imkansız olan o şeyi mümkün hale getirebilir!..

Ve sanki bir madde bedeni yokmuşçasına özgür bir yaşam sürebilir... Sanki cennetteymişçesine!...

İşte yeryüzünde yaratılmış olan Adem Aleyhisselâm da, "VEHİM" duygusunu tatmadan yaşadığı için bulunduğu ortam "yeryüzü cenneti" olarak tanımlanıyordu..

Şu gördüğümüz, içinde yaşadığımız nizam, gerçeği itibarıyla, ilahi hükmün âşikâre çıktığı bir nizam ve düzendir.

Kainatın ve evren içindeki her birim...

Dikkat edin, burada "birim" kelimesi özellikle üzerinde durulması gereken bir kelimedir; zira insan, melek, cin, hayvan, nebat hep birim kelimesinin içine girer...

Evet, her birim, gerçek mânâsıyla "Allah"a kulluk hâlindedir.insanlar ve cinler için zaten bu, Kur’ân`da çok açık ve seçik vurgulanmıştır.

"BEN iNSİ VE CİNNİ KULLUK ETMELERİ iÇİN YARATTIM"

Allah`ın bir gaye için yarattığının, o gayeye hizmet vermemesi mümkün değildir!... Muhaldir!.

Dikkat ediniz, buradaki âyette hiç bir sınırlama yoktur!...

"Müminleri kulluk etsinler diye yarattım", demiyor!... "Sadece insanları.... "da demiyor!...

"Cinleri de... " diyor.

"Cinleri de..." dediği zaman, "şeytan ve iblis" tavsifleriyle anlatılan tüm cinler dahi bunun içine giriyor!..

Melekler, zaten mutlak kulluk halinde!... Bütün melekler doğal olarak ALLAH hükümlerinin gereğini uyguluyor, yerine getiriyor.. Onlar için zaten tartışma yok.

"İnsanlar ve cinler" için, acaba kulluğu yerine getiriyor mu getirmiyor mu tartışması var!. Halbuki bu tartışma da abes!.

Âyet var Kur’ân-ı Kerim’de!.

Âyete göre "İNS" ve "CİN" türleri istisnasız ve sınırlamasız hepsi de "Allah"a kulluk etmeleri için yaratılmıştır.

"Allah" bir nesneyi, bir birimi ne iş için yaratmışsa, o birim yaratılış gayesinin gereğini mutlaka, olduğu gibi yerine getirecektir!. Bunda hiç bir tereddüt yoktur!.

İşte bu yüzdendir ki, ALLAH muradına uygun olarak yaratılmış olan bütün varlıklar, "Allah"ın dileğine uygun olarak, gereken fiilleri ortaya koymaktadırlar.

Bu "Din"dir ve bu "İslam"dır.

Onun içindir ki âyette:

"KESİNLİKLE ALLAHiNDİNDE DİN İSLAM`DIR". (3-19)

denmiştir.

Ve ayrıca vurgulanmıştır ki:

"İSLAM`IN GAYRINI DİN SEÇENDEN BU KABUL EDİLMEZ"!.. (3-85)

"KİMİN ANLAYIŞINI İSLAM’I KAVRAMAK ÜZERE AÇARSA ALLAH, BU ONA RABBİNDEN BİR NURDUR" (39-22)

Evet, "İslam"ı gerçek anlamıyla kavrayabilmek son derece büyük ve önemli bir iştir; ki, Rabbinden kendisinde açığa çıkan bu "NUR", yani gerçeği farketme-kavrama gücü, kişiyiyi evrensel sistemi tanıma noktasına ulaştırır!..

Şimdi biz âyetleri anlamak için incelerken, öncelikle şunun üzerinde çok duracağız... Âyetin başında ve sonunda herhangi bir sınırlama, bir istisna var mı, yok mu?... Önce buna bakacağız!.

Mesela:

"BİZ YERYÜZÜNDE İNSANI HALİFE OLARAK MEYDANA GETİRDİK."

derken insanın halifeliğini "yeryüzü" ile sınırlıyor!. Yeryüzünde halife!.. Burada bir sınırlama var!.

Fakat, "Kesinlikle Allah indinde din islam"dır derken, orada bir sınırlama bir kayıt yok... Yani, dünyada veya falanca galakside demiyor!..

Nerede?...

Dünyada da!. Dünyanın içinde bulunduğu güneş sisteminde de!. Diğer galaksilerde de!.

Kâinatın tamamında yani bütün bu evrenin tüm yapısında, her zerrede, her noktada bütün varlıklar Allah`a teslimdirler!. Burada kesin olarak işte bunu vurguluyor!.

Yalnız burada gözden kaçırmamamız gereken nokta şudur:

"Bütün varlıklar Allah`a teslim olmuş vaziyettedirler" derken, birimler kendi özgür iradeleriyle "Allah"a teslim olmuş, değil!..

Birim, "FITRATIYLA" yani var oluş şekli ve programıyla Allah`a teslim olarak yaratılmıştır, zaten!...

Birim, Allah`ın indinde, dilemesine uygun olarak meydana getirilmiştir Allah tarafından...

"FITRATIYLA" meydana getirildiği için de, teslim olmuş durumdadır!. Yani, birimin teslimiyeti dediğimiz, "Allah`a teslim olma hâli" dediğimiz, içinde bulunduğu hâl, var oluşundan yani "fıtrat"ından meydana geliyor otomatikman!...

Yapısından, nüvesinden, özünden meydana geliyor!..

İşte bunu izah içindir ki Hz.Rasûlllah :

"Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar" demiştir. ("FITRAT" konusunun içyüzü geniş bir şekilde "Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitabımızda açıklanmıştır. Arzu edenler bu konuyu detaylarıyla oradan inceleyebilirler!. A. HULÛSİ )

Olaya yüzeysel bakanlar diyor ki; "müslümanlığı kabule istidatlı olarak doğar her doğan çocuk"!.

Hayır! Olayı yalnızca "müslümanlık"la kısıtlıyarak dar anlamda almayalım!.

Her doğan çocuk; ki bunu bebek diye de; veya geniş kapsamlı olarak kainatta var olan her varlık diye de anlamak mümkündür...İslam fıtratı üzere doğar, yani İslam kelimesinin açıkladığı mânâda, programlanmış olarak meydana gelir.

Nitekim başka bir âyet:

"DE Kİ: HEPSİ DE (Şâkıleleri) VAROLUŞ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYARLAR!." (17-84)

Ayette geçen "ŞÂKİLE", daha önce izah ettiğimiz, "FITRAT`ın oluşturduğu programın doğrultusu", anlamındadır..

İşte bu husus, "İslam"ı açıklar.

Yani, var olan bütün birimler;

"KESİNLİKLE ALLAH iNDİNDE DİN İSLAM`DIR"

hükmünce meydana gelmiştir.

Bu yüzdendir ki "İslam", dünyada sadece belli bir kavmin veya insan topluluğunun dini değil; kâinatta geçerli olan nizam, ilâhi düzendir!.

Şayet bunu anlıyabildiysek, artık "İslam"ı dar mânâda sadece belli ölçülerle, şekillerle kayıt altına almayalım!.

"İslam", "Allah"ın, dilediği mânâları ortaya koymak üzere, kainatta mevcut tüm birimleri kendi ilmiyle, ilminden, dilediği yapı ve özelliklerle; dolayısıyla da kendine "TESLİM" bir halde halketmesi; ve birimlerin de bu gayeye yönelik davranışları doğal olarak ortaya koymalarıdır.

Bu durumda bir kişinin "İslam"ı fark ve kabul etmesinin doğal sonucu olarak ne yapması gerekir?

* * *

İslamda zorlama yoktur

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

İSLÂM`DA ZORLAMA YOKTUR

Burada şu gerçeğe işaret edelim...

İslam inancına göre kişinin muhatabı Allah`tır; Rasûlullah`tır!.. Bunların dışında inancını kimseye ispatlama mecburiyeti yoktur!.

Kişi inanır veya inanmaz, bunun sonuçlarını da ölümötesi yaşamda görür!.. Çünkü bu dünya zorlama değil, "TEKLİF" dünyasıdır!..

Kimsenin başkalarını herhangi bir konuda inanmaya zorlama hakkı yoktur!..

Nitekim aşağıdaki âyette bu konuya açıklık getirilmiştir:

"DİN iÇİNDE ZORLAMA YOKTUR!." (2-256)

Ne var ki KUR`ÂN-I KERİM’in bu açık hükmünü ifade eden âyet birçok müslüman olduğunu ifade eden kişi tarafından benimsenmemekte; çeşitli mantık oyunlarıyla insanlara zorla-baskıyla İslâm önerileri uygulattırılmak istenmektedir..

Yani, insanlar, iananmadıkları şeyi yapmağa zorlanarak, "münâfık-ikiyüzlü" hale getirilmektedirler!.

Oysa, yaşadığımız dünya "TEKLİF-ÖNERİ" dünyasıdır; "İMAN EDEN" imanının gereğini "iman"ı kadarıyla yapar; "iman"ı olmayan da dilediği gibi yaşar ve ölümötesinde de bunun sonuçlarına katlanır!.

"CEZA", yani yapılan veya yapılmayanın karşılığı ölümötesinde ALLAH sistemi içinde alınacaktır!.

Burada bir nebze değinmek istediğim bir husus da şu...

İnsanların önemli bir kısmında "NEFS"inden ileri gelen bir biçimde, çevresindekilere hükmetme; önde olma; baş olma; insanları gütme duyguları vardır!.. Oysa bu kişilerin çoğu, yaptıkları çalışmalarla kendilerini çevrelerine kabul ettirebilecekleri bir mevkiye gelememişlerdir!..

İşte bu durumda, kendi yetersizliklerini kapatmak için, dini kullanıp; "Allah adına", "Rasûlullah adına", "Kur`ân adına" diyerek; bir kisveye, etikete bürünüp, insanlara zorla yön vermeye çalışırlar!..

Eğer, bu kişiler psikoanalitik incelemeye tabi tutulursa; görülecektir ki, çoğunlukla bu kavramları kendi psikosomatik hallerini tatmin için ortaya koymakta; böylece de kendilerindeki küçüklük, geri kalmışlık duygusunu tatmin etmektedirler!.

Orta çağın engizisyonlarını kuranlar; ve o engizisyonları günümüze taşımaya çalışanlar, herkesi cehenneme postalayanlar hep bu tür kişilikler ile onlara körü körüne, düşünmeden tabi olanlardır!.

Oysa, KUR`ÂN hükmüne göre, "DİN İÇİNDE iKRAH YOKTUR!.."

"İKRAH"ın anlamı "ZORLAMA"dır!..

İkrah yani zorlamanın dinde olmayışını; insanları bu konuda zorlamanın tamamiyle din dışı bir davranış olduğunu bakın değerli müfessir Hamdi Yazır ünlü tefsirinde nasıl açıklıyor:

-"Dinin mevzuu ef`ali ıztırariye (zorlama) değil; ef`ali ihtiyariyedir (kişinin kendi dileğiyle).. Bunun için ef`ali ihtiyariden birisi olan ikrah, dinde menhidir.

Belki âlemde ikrah bulunabilir amma dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdıdır. Dinin şanı ikrah etmek(zorlamak) değil, belki ikrahtan korumaktır.

Binâenaleyh dini İslamın bihakkın hakim olduğu yerde ikrah (zorlama) bulunmaz ve bulunmamalıdır.. Şu halde Din, ikrah ediniz demez, ikrah meşru ve muteber olmaz.

İkrah ile vâki olan amelde dinin va`dettiği sevap bulunmaz; rıza ve hüsni niyyet bulunmayınca hiç bir amel ibadet olmaz!.

Ameller niyete göre değerlenir!.. Metalibi diniyyenin hepsi ikrahsız, hüsni niyyet ve rıza ile yapılmalıdır..

İkrah (zorlama) ile itikad mümkün değil; ikrah ile kılınan namaz, namaz değil; oruç keza; hacc keza ilah...

Bundan başka, bir kimsenin diğerine tecavüz edip de herhangi bir işi ikrah ile yaptırması da câiz değildir; hâsılı, hükmi İslam altında herkes vazifesini bilihtiyar yapmalı, iKRAHSIZ YAŞAMALIDIR!." (c:1;s:860-861)

Esasen bu konu başlı başına bir kitapta ele alınabilecek bir değerlendirme olduğu için, daha fazla bu özellik üzerine gitmeyip, kaldığımız yerden devam edelim..

* * *

Kelime i Şehadet

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

KELİME-İ ŞEHÂDET

Evet, kendisine Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın önerilerinin sunulduğu kişi, "İslâm"ı tasdik etmesi için, şu anlattığımız sistemi kavradıktan sonra, diyebilmesi gerekir ki;

-Yeryüzünde veya gökyüzünde tanrılar yoktur, sadece Allah vardır. Kâinatı vareden ve o yoktan varettiği kâinatta her bir birimi dilediği biçimde suretlendiren; istediği özelliklerle bezeyen; ve her biriyle dilediği mânâları ortaya koyan sadece "Allah" vardır.

İşte bu anlamı izah etme sadedinde sıra, "İslâm"ı kabul ve tasdikin ilk şartı olan "kelime-i şehâdet"e gelir...

Dersin ki:

"Eşhedü enlâ ilahe illallah "

"Eşhedü" yani, "Şehâdet ederim"...

Nasıl "şehâdet" edersin?...

Gözle, değil; basiretimle, idrakımla, anlayış, kavrayışımla, "şehâdet ederim" ki; ve...

görmekteyim, müşahede ve tesbit etmekteyim, idrak etmekteyim, tasdik etmekteyim ki;

varlığın her zerresinde mutlak olarak hükmünü icra eden ve kendisinden başkasının varlığı asla söz konusu olmayan tek mevcut sadece "Allah"tır!. Ki gayrı asla mevcut değildir!.

"Ve eşhedü enne Muhammed`en abduhu ve rasûluh "

Ve gene bu müşahedemin neticesinde şehadet ederim ki Hz. Muhammed "O"nun kulu ve rasûlü`dür.

"Kulu"dur, Allah`ın kendisinde izhar etmek istediği manaları, ortaya koymak suretiyle "kulluğunu" ifa etmekte...

Burada ayrıca Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın;

-"FAKR"ımla iftihar ederim"!. dıyerek işaret ettiği "ALLAH" varlığı yanında "hiç"liğine işaret de mevcuttur!...

Bahsi geçen "FAKR" da yanlış olarak bildiğimiz fakirlik diye anlaşılmıştır; ki hiç ilgisi yoktur bu anlayışın, işaret edilen husus ile!..

Mutlak bilinçli kulluk ancak "FAKR" ile tamam olur!.

Bu konuda detaylı bilgiyi "GAVSİYE AÇIKLAMASI" isimli kitabımızda bulabilirsiniz..

Ve "Rasûlü"dür; "ALLAH" hükümlerini, sistemini; "Allah"ın dilediği mânâları, bilmemiz için bize ulaştıran, bize tebliğ eden elçisidir!.işte buna da şehâdet ederim!.

"İslam"ın ilk ana şartı budur.

"İslam"ın ilk şartı "kelime-i şehâdettir" de diğer DÖRT şartı nedir?..

İşte çok önemli bir husus daha!..

Farkında olamadığımız ve yanlışa şartlandığımız bir husus daha...

İSLÂM’IN ŞARTI 5 DEĞİLDİR!... İSLÂM’IN, KELİME-İ ŞEHÂDETTEN SONRA 54 FARZI VARDIR!.

KUR`ÂN-I KERİM, "İSLÂM’IN ŞARTININ BEŞ OLDUĞUNU" SÖYLEMEZ!.

Kur`ân-ı Kerim, insanların üzerine farz kılınan; yani onların uymak zorunda oldukları; uymamaları halinde büyük zarar görecekleri 54 çok önemli kuraldan sözeder ki, bunların ilk dördü "namaz, oruç, hac ve zekât"tır!. Bunların ötesinde gıybet etmemek, dedikodu yapmamak, içki içmemek, kumar oynamamak, zinâ yapmamak, hırsızlık yapmamak, yetim hakkı yememek; ve bu gibi bir çok uygulamakla zorunlu olduğumuz öneri mevcuttur.. Toplam 54 olan bu önerilerin tümü de İslâm`ın şartları arasındadır..

Bunu böylece bildikten sonra şimdi ikinci kuralla devam edelim..

* * *

Araç Amaç

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

ARAÇ-AMAÇ

Kelime-i şehâdetten sonra, “İslam”ın ikinci şartı Mi’râc ‘tır!..

Birincide, “Allah”ın varlığına Tekliğine, Ahadiyetine, O’nun dışında başkaca bir varlık olmadığına şehâdet ettin, tasdik ettin ya; şimdi artık bu tasdikin neticesi olarak da “Mi’râc yapıp Allah’a vâsıl olmak durumundasın!..

Onun için de İslâm’ın ikinci şartı “Mi’râc”tır.

Burada şunu diyebilirsiniz:

-Biz İslâm’ın ikinci şartı olarak “namaz”ı biliriz..Nereden çıktı “Mi’râc”..?

Doğru bilirsiniz!..Ama, o “Namaz” da “Mi’râc”tır!.

Çünkü Hz.Rasûlullah buyuruyor ki:

“Namaz, mü’minin mi’râcıdır”

Böyle olduğuna göre, demek ki gaye, hedef mi’râc , namaz araç!..

Öyleyse ikinci şartı neymiş “İslâm”ın?

Mi’râc!.

İsterseniz burada bir tesbit yapıp; "İSLÂM’’ın şartlarının araçlarına göre sıralamasından sözedelim...

1-Kelime-i şehâdet;

2-Namaz;

3-Oruc;

4-Hac;

5-Zekât.

Şimdi de bu beş aracın sonucuolarak hedeflenen beş amacı sıralayalım:

1-"Kelime-i şehâdet"in getirisi: "ALLAH"ı bilmek;

2-*"Namaz"ın getirisi: "Mi`râc"... (“ALLAH”a ermek);

3-"Oruc"un getirisi: "ALLAH"ta "yok"luğunu farkederek yaşamak; (fenâ fillah)

4-"Hacc"ın getirisi: Maarifi Billah edinmek; (Bakâ Billah)

5-"ZEKÂT"ın getirisi: Hak’tan eline geleni insanlarla paylaşmak.

Evet, genellikle gözden kaçan çok önemli bir hususa da böylece dikkatini çekmek istiyorum..

Hz. Rasûl Aleyhisselâm’ın açıkladığı "Din"de, sistem ve düzen gereği olarak bize teklif edilen ve "ibadet" adı altında toplanan birtakım çalışmalar sözkonusudur..

Ancak biliriz ki, her yapılan çalışmanın bir amacı, bir hedefi vardır!... Niçin bunu yapıyoruz, sorusu, amacın ne olduğunu sorgular...

Her amacın da bir aracı vardır!. Araç, amaç içindir!.

İslâm Dini gereği olarak olarak bize teklif edilen çalışmalar, -kesinlikle farkında olmak zorundayız ki-, araçlardır!..

İslam’ın şartları olarak bildirilen araçlar; "İman esasları" olarak bildirilen hedefleri kavrama ve gereğini yaşayarak ölümötesi yaşama hazırlanma amaçları içindir!

Ancak ne var ki, toplumlar, hedef saptırılması yüzünden, araçları amaç edinmişler; amaçları gözden kaybetmişler; araçlarla beyinlerini ve kavrayışlarını bloke edip ötesine geçememişlerdir!.

Hemen burada aklımıza Yunus Emre`nin dizeleri geldi:

"Hakikat bir denizdir, şeriât onda gemi;

Çokları gemiden denize dalmadılar!.."

Yani, araçta takılıp kaldılar, amaca ulaşmadılar!.

Oysa önemi nedeniyle tekrar ediyorum; her araç, bir amaç içindir!.

İslâm`ın şartları kapsamında yapılması teklif edilmiş olan fiiller, çalışmalar insanı belli amaçlara ulaştırmak içindir!..

İşte bu yüzdendir ki, düşünebilen varlıklar olarak bizlerin, araçlara başvururken, diğer yandan da amaçları çok iyi kavramamız zorunludur!.

&

Şimdi denebilir ki, "Biz bunları "ALLAH"ın emrine uymak için yapıyoruz; amaç budur!. Gerisine gerek yoktur!."

Eğer olay bu kadar basit olsaydı, Kur`ân beş-on buyruk âyetinden ibaret olur; insanların akıl ve mantığına, kavrayışına hitabetmez;

"hâlâ tefekkür etmeyecek misiniz",

"hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız",

"hâlâ basiretle bakmayacak mısınız"

gibisinden uyarılara gerek duymaz; 6600 küsur âyete de gerek kalmazdı!.

Bu sebepledir ki, biz bir yandan araç olan "ibadet" şekillerini hakkıyla değerlendirerek yolalacağız; öte yandan da hedefi iyi kavrayarak, elimizdeki araçla, amaca ulaşacağız!.

İşte bir araç olan, biçimsel "namaz"ı da bu anlamda, amacına uygun olarak değerlendirmek zorundayız!.

* * *

Dinin direği Namaz

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

DİNİN DİREĞİ NAMAZ

Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm efendimiz bir açıklamasında:

"Namaz dinin direğidir"

buyuruyor.

Dinin direği ne demektir?..

O zamanlarda, insanların çok az bir kısmı kerpiçten yapılan evde yaşarken, büyük bir kısmı çadırda yaşıyordu... Çadırın meşhur orta direği vardır. O çadırı ayakta tutan ana direk gibi; dinin direği de namazdır!

Kişi, "Mi’râc olan namaz" gerçekleşmediği sürece, bir önceki basamakta yapmış olduğu “kelime-I tevhid”i tasdikinin gereğini hissedip, yaşayamaz!. Bilgide kalır!.

İlm-el yakîn, “kelime-i şehâdet”in sırrının kavranmasıdır!.

Bunun ayn-el yakîni “namaz”ın mi’râc oluşudur!.

Hakk-el yakîni “oruc”tur.

Buraya kadarı Fenâ Fillah’tır…

Bakâ Billah ise “zekât”tır!

Bunlar bugüne kadar pek bahsedilmemiş şeyler olduğundan, belki de nasıl oluyor diyerek yadırgayacaksınız, şaşıracaksınız; hatta belki de reddeceksiniz…

Ama sakın ola ki inkâr etmeyin; nefsinize zulmetmeyin!.

"İlmel yakîn"de; kişi ilmî idrâk ile "Allah"ın tekliğini, Hz Rasûlullah`ın elçiliğini ve kulluğunu idrâk ederek şehâdet eder.

Bu şehâdetin neticesinde, aldığı ilme göre namazı ikâme ederse (namaz kılarsa değil), o namazı ikâme edişi ile kendisinde mi`râc başlar..

O yaptığı "urûc" ile oluşan "Mi`râc" sonucunda da "Allah"a vâsıl olur!...

Bunun da neticesinde kendi varlığı ortadan kalkar; varlığında TEK mevcud olan Hak`tan gayrı olmaz!.

Bu halde varlığının Hak`kın varlığı olguğunu kavrayınca; Kendisi varlığındaki ilâhi vasıflarla tahakkuk eder.

Ettiği zaman, "oruç”lu olup zâhir olduğu kapasite çapında aç kalır, susuz kalır; açlığa ve susuzluğa tahammül gösterir; "Samediyyet tecellisi olur" böylece de "Hakk-el yakîn" hâli kendisinde zuhur eder.

Evet, önce "NAMAZ" üzerinde duralım...

"Kulun Allah`a en yakîn olduğu hal ve zaman secde hâlidir"

buyurulur...

Bir de namazın "ikâme" edilmesinden söz edilir.

Namaz "kılan"lar vardır.. Namazı "ikâme" edenler vardır.

Namazın "kılınması" ayrıdır, namazın "ikâme" edilmesi ayrıdır, "dâimi namazda" olanlar ayrıdır.

"Zâhir ehli", yani olayın tefekkürüne girmeyenler topluluğu diye bahsedilen "avam" için, "namaz kılınır".

Namaz kılınması demek, belli hareketler arasında, belli zikirlerin yapılmasıyla, bu zikirlerden ve dualardan hâsıl olan enerjinin beyin tarafından ruha yüklenmesi hedeflenmiştir...

Bu çalışmadan amaç, ruhun pozitif enerjisinin kuvvetlenerek, kişinin kendisini ölümötesi yaşamda güçlü bir hâle getirmesi hedeflenmiştir.

"Namaz"dan söz ederken önce şu tesbiti yapalım...

Kur`ân-ı Kerim`de "beş vakit namaz" kesinlikle mevcuttur; ve Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm da bu konu kendisine açıldıktan sonra, dünyasını değişene kadar bu ibadete, günde beş defa olarak devam etmiştir!.

Âyet:

"NAMAZLARA VE ORTA NAMAZA DEVAM EDERLER..." (2-238)

Namazı beş vaktin altına düşürmeye kalkmak; ya da beş vakit namazı inkâr etmek tek kelime ile "ahmaklık"tır!.

Ancak, vaktinde kılamadığınız bir namazı daha sonraki namazın öncesinde edâ etmek de imkan dışı olmamalıdır!

Müslümanların kılmak zorunda oldukları beş vakit namazın vakitleri ve rekâtları şöyledir:

Sabah namazı 2 rekât;

Öğle namazı 4 rekât;

İkindi namazı 4 rekât;

Akşam namazı 3 rekât;

Yatsı namazı 4 rekât.

Bunlar "farz" namazlardır... En azıyla, bu kadarı zorunludur...

Esasen namazlar, bütün diğer "ibadet" türleri gibi, ikiye ayrılır;

A- "Farz" namazlar...

B- "Nâfile" namazlar..

"NÂFİLE", yani Türkçe mânâsıyla "YARARLI" namazları araştırmacılar kendi aralarında çeşitli şekillerde değerlendirmeye tâbi tutmuşlardır... "Vâcip, sünnet, müstehap, mendup" vs. gibi tâbirlerle...

İsteyenler, Bu "farz" namazların öncesinde ya da sonrasında, vaktin elvermesine ve içinde bulundukları hâle göre, diledikleri kadar bu namazlardan kılabilirler!... Ancak bunlar "farz" değildir!.

Bugün câmilerimizde kılınan namazların Rasûlullah Aleyhisselâm devrinde kılınan namazlarla tek benzerliği, farzların imamla kılınmasıdır!.

Şayet bir kişi öğle vakti dört-beş dakikasını ayırıp bulunduğu yerde, veya camide imama uyarak dört rekâtlık öğle namazını kılıyorsa, bu kişi üzerine "farz" olanı yerine getirmiştir!.

"Farz" namaz önce ve sonrasındaki "nâfile" namazların, "sünnet" adı altında âdeta "farzlaştırılarak"; müezzin yönetiminde tesbihler ve dualarla birlikte dinsel bir tören havasına sokulması tamamiyle sonradan düzenlemedir!.

Hele hele, para karşılığı okunan, "mevlid" adı verilen törenler tamamiyle sonradan icâd olup, ibadet’le hiç ilgisi yoktur!...

İslâm Dini’nde "mevlid" diye bir ibadet mevcut değildir!.

"Mevlid", Hz. Rasûlullah Efendimiz Aleyhisselâm’ın âhırete intikâlinden yüzlerce yıl sonra, O`nu övme amacıyla yazılmış bir şiir olup; bu şiirin gazel havasında okunmasının da ibadet olması, elbette kesinlikle sözkonusu değildir!

Hz. Rasûlullah, ancak "Âlemlerin Rabbı olan "ALLAH" tarafından övülebilirdi ki; bu da Kur`ân-ı Kerim’de gerçekleşmiştir:

-"ÂLEMLERE RAHMET OLARAK SENİ İRSÂL EYLEDİK" (21-107)

hükmü, O`nun yüce şânını gösterir!..

Bizim gibi sınırlı anlayışlı insanların, O yüce Zâtı övmeye kalkışı ise, O`nun yüce şânına ancak kısıtlama getirir!

Ayrıca Rasûlullah bizden, kendisini övmemizi değil; getirdiklerini anlıyarak çevremize olabildiğince verici olmamızı istiyor ve bekliyor!... O`nun ulvî şahsiyetini, kendimize geçim kaynağı yapmamızı değil!.

Ayrıca kesinlikle bilelim ki, para karşılığı yapılan hiç bir çalışmanın “İslam Dini”nde yeri yoktur!

Parayla, ne "Kur`ân" okutturabilirsiniz; ne "hatim" indirtebilirsiniz; ne de ölmüş kişilerin “namaz” veya “oruc” borçlarını ödetebilirsiniz!..

Kesinlikle bilelim ki, Kur`ân ve Rasûlullah açıklamaları kökenli “İslâm Dini”nde belirtilen ibadetler arasında, ne "mevlid"; ne de ölünün namaz-”oruc” borçlarını kapatmak için yapılan "ıskat ve devir" törenlerine yer vardır!..

Bunları yapıyorsanız, kesinlikle biliniz ki, sadece kendinizi tatmin ediyor; bu arada bazı kişilerin de bu bahaneyle geçimine yardım ediyorsunuz!..

&

Para ödendiği için yapılan; para alınmadığı takdirde de yapılmayacak olan, hiçbir fiilin İslam Dini’nde kesinlikle yeri yoktur!..

&

Eğer, bu yanlışı yapıyor ve bilgisizliğimizin karşılığını biraz pahalı ödüyorsak; suçu karşımızdakinde değil, kendimizde arayalım; işin gerçeğini araştırmayıp, körü körüne, bilinçsizce etrafa uyduğumuz için!.

Bu arada yanlış anlaşılmasın!.. Biz, "farz"lar öncesinde ya da sonrasında "nâfile" namaz kılınmasına karşı değiliz!..

Dileyen dilediği kadar "nâfile" namaz kılar; ve bunun karşılığında da büyük ecir ve sevap alır!.. Ancak, bu "nâfile" namazların, bugünkü uygulamalarla, zorunluymuşçasına, "farz"mışçasına takdiminin yanlış olduğunu vurguluyoruz!.

"Nâfile"nin bir türü olan "sünnet" namazı, "farz" namazmış gibi göstermek, bu zannı vermek büyük hata ve gaflettir!.. Belki iyiniyetledir; ama kesinle bilgisizlik ve düşüncesizliktir!.

"KOLAYLAŞTIRIN, ZORLAŞTIRMAYIN; MÜJDELEYİN, NEFRET ETTİRMEYİN";

buyuran Rasûlullah Aleyhisselâm efendimize düşüncesizce karşı çıkmaktır!.

"DÖRT" ya da "ÜÇ" veya "İKİ" rekât için birkaç dakikayı ayıramıyan insanın pek mâzeret gösterme şansı yoktur!.

Ancak, günümüz telâşesi içindeki insana, içine beş-on dakikalık "farz"ın da katıldığı yarım saat hatta kırkbeş dakikalık, şişirilmiş, ibadetler bütününü, "farz" diye göstermek ve kabul ettirmek oldukça güçtür!..

Ve bu, dini zorlaştırarak, insanları zorla İslam Dini’nden uzaklaştırmaktır!.

Hele, Cuma Namazları!..

"CUMA Namazları", günümüzde, tam bir câmiden insan kaçırma uygulamasıdır!.

Rasûlullah devrinde, bizâtihi Rasûlullah Aleyhisselâm tarafından "İKİ" rekât olarak kılınan CUMA namazları, “hakikat” şuuru olmayanlar tarafından "YİRMİ" rekâta yükseltilmiştir!.. Hele buna bir de upuzun “buldum kaçırmayım” zihniyetiyle düzenlenen ve “Din”in amacına hizmet vermeyen hutbeleri eklerseniz; insanları "CUMA" namazından kaçırtmak için daha güzel bir yol bulamazsınız!.

Rasûlullah zamanında ezan okunduktan sonra kâmet getirilir ve bu kâmet sonrasında hutbeye çıkılarak müslümanlara yeni gelen vahiyler duyurulur; ya da onlara çeşitli vahiylerle ilgili açıklamalar yapılır; sonra da iki rekât cuma namazı kılınır ve dağılınırdı!. Bu "iki rekatlık CUMA namazı" sonrasındaki bugünkü "zuhru âhir" dedikleri namazlar tamamiyle uydurma olup; Kur`ân ve Rasûlullah kaynaklı Dinde yeri yoktur!.

"CUMA GÜNÜ HUTBEYİ KISA, NAMAZI UZUN TUTUN" şeklindeki Rasûlullah buyruğu günümüzde tam tersine döndürülmüştür...

Hutbeler, “Din”le alâkası olmayan konularda, upuzun kendini tatmin konuşmalarına dönüştürülmüş; namaz da iki-üç ayetle geçiştirilmeye başlanmıştır!... Oysa gerçekte hutbenin, elden geldiğince kısa tutulması, namazında olabildiğince uzatılması; okunan âyetlerin de dikkatli seçilmesi gerekmektedir!

Ayrıca, namaz sırasında el bağlama şekillerinin, ya da otururken ayağını altına almanın veya yana çıkarmanın; zorunlu örtünme miktarı dışındaki kıyafet tarzlarının, namazın "KABUL OLMASIYLA"da hiç bir alâkası yoktur!... Bu konuda getirilen tüm şartlar uydurmadır; sonradan kişilerin kendi dar anlayışlarına göre konulan yakıştırma kurallardır!.

"Benim sünnetimden yüz çeviren...."

uyarısının işaret ettiği mânânın, o devrin örf ve âdetleriyle ilgili olan giyim-kuşam yada oturup-kalkma usulleri ile hiç bir ilgisi olmayıp; tamamiyle RASÛLULLAH Aleyhisselâm’ın bize öğrettiği "İNANÇ ESASLARI" ile alâkalıdır!. “SÜNNET” kelimesinden muradın ne olduğunun detaylı açıklaması “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” kitabımızda mevcuttur.

Çünkü daha önce de açıkladığım gibi “Din ve dinsel değerler, "SÜNNET" denilen Allah indindeki zamanüstü gerçeklerle bağlantılı olup; insanlara “Din” deki zamanüstü gerçeklerin kavratılması ve yaşamlarını bu izâfi-göresel olmayan gerçekler doğrultusunda düzenlemeleri için gelmiştir!..

Gene bu konuda söylenen, "namazda aklına başka şeyler geliyorsa namazın kabul olmaz" fikri de kesinlikle uydurmadır!.. Elbette o sırada aklına başka şeyler gelebilir; ve buna rağmen de namazın geçerlidir!..

Namazı "kılan" bir kişi velev ki, o âyetleri okurken veya tesbih ederken aklı başka yerde olsa bile, bu okuduklarından meydana gelen veriler ve enerji beyin tarafından ruha yüklenir!. O anda başka şeyler düşünse de!.

Çünkü beyinde aynı anda pek çok devre çalışır. Her biri kendi devresinde, kendi varoluş gayesine ve sistemine göre görevini ifa eder.

Biz beynimizin faaliyetlerinin pek çoğundan bîhaberiz!.

Ancak, haberdar olmamamız, bir şeyi değiştirmez; ve biz, beynimizin yaptığı sayısız işlevden habersiz olsak da beyin bu görevlerini yapar...

"VAY HÂLİNE O NAMAZI EDÂ EDENLERİN Kİ, NAMAZIN ANLAMININ FARKINDA DEĞİLDİRLER " (107-4/5)

"ONLAR NAMAZDA HUŞÛ İÇİNDEDİRLER" (23-2)

"HUŞÛ" kesinlikle bilelim ki "KORKU" değildir!

"ALLAH" azâmetini farkeden insanın, bu sonsuz yücelik yanında kendi "hiç"liğini farketmesi; ve bunun sonucunda da hissettikleridir "HUŞÛ"!..

Bu âyetlerin anlamlarını yeterince anlayamayanlar, "sen namazda dünyadan yeteri kadar arınamıyorsun, Allah`a yönelmiyorsun, dolayısıyle namazın kabul değildir; gibi hükümler verirler...

Oysa bu yorum, bu anlayış tamamen yanlıştır!. Çünkü namaz, birinci derecesinde söylediğim gibi, kılınma şekliyle, senin ölümötesi azaptan cehennemden korunman için gerekli olan enerjiyi sağlayacaktır.

Burada "huşû olmazsa, olmaz" denmesi, "Mi’râc olmaz" anlamınadır!. "Allah`a vusûl olmaz", anlamınadır!.

Kişiye Dinde önerilen çalışmaların iki amacı vardır:

1-Ölüm ötesi yaşamda çeşitli ortamların azâbından korunması...

2-"ALLAH"a dünyada yaşarken ermek!.

Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir.

İçinde huşû olmayan namaz, "Mi`râc" olmaz, ama huşû olmayan namaz kılınır ve kılınan namaz kişiyi çeşitli azaplardan korur.

İşin iç yüzünü bilmeyenlerin sözlerine kapılıp; "mâdem namazı tam hakkıyla kılamıyorum o halde hiç kılmayayım"; demek büyük gaflettir!. Bilmeyenlerin sözlerine kapılıp, işin gerçeğinin kapsadığı büyük sırdan mahrum kalmaktır... Papaza kızıp “oruc” bozmaktır!.

Baklava-börek yiyemiyorum o halde aç kalayım; diyerek önüne gelen kuru fasulyeyi geri çevirmeye benzer!.

"Namazı kıl", ayrıca da "namazı ikâme" nasıl olur diye de araştırmanı yap!.

&

Evet, gelelim namazın "ikâme"sine:

Namaza dururke,n

"ALLAHÛ EKBER"

deriz.

Başlangıç "tekbir"iyle birlikte, eller avuç ayaları karşıya bakar şekilde yukarı kalkar; ama kolunu kaldırma işini başına veya omuzuna kadar kaldırmışsın, veya ellerini kulağına değdirmişsin bu önemli değil!.

Mühim olan, vücuda paralel bir biçimde ve avuç ayaları karşıya bakar bir şekilde ellerini başa doğru kaldırmandır... Bunun mânâsı;

"Allah ile aramdaki tüm perdeleri kaldırdım arkama attım"; demektir.

"Tekbir", yani "Allahû ekber" sözünden murad;

"O" öylesine sınırsız, sonsuz ilim ve güç kuvvet sahibidir ki, "O"nun dışında bir varlık yoktur"; demektir.

Şimdi bunu düşünerek namaza girdiğimizi düşünelim... "Allah"ın Tekliğini, yüceliğini; her varlıkta her zerrede var olanın "O" olduğunu müşahede ederek namaza durduk.

İşte "namazın ikâmesi" başladı.

“Veccehtu vechiye lillezyi fâtaras semâvati vel ardı h3aniyfen ve ma ene minel müşrikiyn”

“İnnes salâtiy ve nusûkiy ve mahyaye ve mematiy lillahi rabbil âlemiyn; ve la şeriyke lehu ve umirtu; ve ene minel müslimiyn”

“Şuurumla bütün boyutların ve varlıkların Fâtır’ı olana her hangi bir tanrı kavramını kabul etmeksizin yöneldim… Şirk koşanlardan değilim”

“Şüphesiz ki benim namazım ve kulluğum, hayatım ve ölümötesi yaşantım âlemlerin rabbı olan Allah’a aittir!. O’nun yanısıra bir tanrı yoktur.. Bunu idrak ve itirafla hükmolundum… Ben müslümanlardanım!”

Ondan sonra "Subhaneke ve bihamdike"yi okudun; her zerrenin "O"nu tesbih ettiğini, "O"nun bütün eksik kavramlardan münezzeh olduğunu; her bir yaptığının mükemmellik olduğunu; her bir var ettiğinin ayrı bir mükemmeliyeti sergileme amacına dönük olduğunu idrâk etmiş olarak dile getirdin.

"O"nun "hamd"ı ile "hamd" ederim... dedin... Yani, sadece "Allah" kendi kendini idrâk edip, değerlendirebilir; dedin...

Zirâ, "ALLAH"ı "ALLAH"ın dışında bir varlığın idrâk etmesi mümkün değildir!.

Övüp, yüceltmek ancak idrâk etmekle mümkündür!.. Bizim "Allah"ı değerlendirip, övmemiz, yüceltmemiz mümkün değildir…

…ve hattâ böyle bir şeye kalkışmamız "O"na bir nâkısiyet atfetmektir!.

Gerçeğiyle, ancak ve sadece, "ALLAH" kendi kendini anlayıp, bilir ve değerlendirir demektir “hamd”in mânâsı!..

Ondan sonra, EUZÜ BESMELEYİ çekip; yani, seni tanrına tapınmaya yönelten ve de varsayımdan oluşan düşüncelere saptırıcı olan "CİN KÖKENLİ" ilham ve vesveselerden "ALLAH"a sığındın...

"B"ismillah`ir Rahman`ir “RAHÎM”...

“Varlığımı da oluşturup ismi “Allah” olan Rahman’dır..Rahîm’dir”… Ki O’nun namınadır eylemim!

dedin... Ve…

Bu arada "ALLAH", dilinde okudu!..

Kendi kuvvet, kudret ve ilmiyle varolan âlemlerin, Rabbı olan "Allah"ın, özelliklerinin eseri olan âlemlerini seyr halinde olduğunu; ve o âlemlerin terbiye edici, yönlendirici, varedicisinin de "Allah" olduğunu açıkladı... Daha doğrusu bunun böyle olduğunu sende dile getiren Allah oldu!.

Sen, "yok"luğunu farkettin, böylece çıktın aradan, ortada kaldı sadece Yaradan; ve "ALLAH" sende bu mânâyı ifade etmeye başladı.

“FÂTİHA”nın açıklamasını “Hz.MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitabımızda elimizden geldiğince yaptık...Arzu edenler oradan okuyabilirler.. Ondan sonra rükuya giderken de, "Allahûekber" diyorsun.

Belden yukarısı yere paralel, bele kadar dik bir biçimde...

Deminki âyetleri okurken, kıyâm halinde ayakta dik duruyordun.. Varlıkta hükmünü icra eden "HAYY" ve "KAYYUM" Hak`kın kelâmı senden "kıyam"da açığa çıkıyordu!... Varlıkta dimdik duran, her an geçerli sistem ve düzen olan "ALLAH" hükmü senden açığa çıkıyordu... Bunun için dimdik ayakta idin..

Ondan sonra İsimlerin özelliklerine dayanan bileşik yapın nedeniyle; terkipsel yapıların Rabbül âlemin önünde boynu eğik olması sebebiyle; bu varlıkta ilâhi hükümlerin gereğinin senden çıkmasına işaret eden bir biçimde rükûya eğildin...

Belden aşağın dik, belden yukarın yere paralel; varlığın bir kısmı ile kulluğunu yerine getirmedesin, varlığının belden yukarısı yani, idrâk yanıyla, şuur yanıyla bu evreni var eden mutlak varlık önünde eğilme durumundasın. Onun varlığını, tekliğini tasdik etme durumundasın...

Ayrıca...

Belden yukarısının eğik, yere paralel durması, “fıtrî kulluğu” ifade ediyor!.

Belden yukarının yere paralel olması, senin, varlıkta Hâkim olan mutlak varlığı idrâk etmek suretiyle; "O"nun ilmi, kuvvet ve kudreti önünde eğik, teslim olmuş bir durumda olduğunu ifade ediyor... Bu idrâkın sende varolduğunu gösteriyor.

Buna karşın yere dik bele kadar olan bölümünle de mutlak vücudun varlığıyla varlığının idamesine işaret etmektesin!..

Esmâ terkibi sonucu varolan vücudun varlığını oluşturan “hakkânîyet” yönünden bele kadar dik; İsimlerin özelliklerinden meydana gelmesi sebebiyle de Rabbül âlemiyne tâbi olması yönünden “O”nun önünde belden yukarısı bükülü!.

"RÜKÛ"; Ulûhiyet önünde, Rubûbiyet hükümleriyle varolan varlığın sembolizesidir!.

Bu durumda tesbih yapıyorsun.

"Subhane rabbiyel azim"

"Azim olan, azâmet sahibi olan Rabbim subhandır"

Her bir zerrede "O"nun hükmü yerine gelmektedir. Her bir zerre "O"nun varediş gayesine uygun davranışlar ortaya koymak suretiyle; kulluğunu ifâ edip fıtrî tesbihini yapmaktadır!..

Ondan sonra:

"Semi Allahu limen hamideh"...

"Semi Allahu" : "Allah algılamadadır".

"Limen hamideh": "Hamd edenin hamdı, Allah`ındır!."

Yani, benim yaptığım her hareket il3ahi kudretin tasarrufu neticesinde meydana çıkmaktadır ki, "ALLAH" fiilimin gerçek fâili olarak ne yaptığımı bilmektedir; çünkü ilminde takdir eden "O"dur; anlamı var orada.

Doğrulduktan sonra tam dik vaziyete geliyorsun!. Tam doğrulmadan, dik vaziyette bir lahza durmadan secdeye gitmiyor, dimdik duruyorsun!.

Dİk dururken, "Rabbena lekel hamd" diyorsun veya daha uzun şekli ile;

"Rabbena lekel hamdu kemâ yenbagıy licelâli vechike ve liazıymi sultanik." diyorsun...

Ki, Hz.Rasûlullah Aleyhisselâm çoklukla böyle söylerdi.

Daha tam anlamıyla dik durmadan, secdeye gitmek yok!.

Bu tesbih de tam dik dururken söyleniyor!. Hemen rükudan kalkarken ve dik halde iken... Anlamı ise yaklaşık şöyle:

"Kendi kemâlini, azâmetini, hikmetini, idrâk, değerlendirebilme Rabbime mahsustur; ki onun kadrini ve kıymetini, sonsuzluğunu ve sınırsızlığını idrâk etmek, ihâta etmek mümkün değildir"!..

Ondan sonra "Allahûekber" deyip "secde"ye gidiyorsun...

"Secde hâli kulun ALLAH`a en yakın olduğu hâldir"

buyuruluyor...

"Secde" nedir ki "ALLAH"a en yakın hâl oluyor?

-"Secde"de kul ile Allah arasında perde yoktur!.

Deniyor…

Nerede deniyor?

"Secde" de!.

Kimde? Secde edende!.

Kıyamet günü, mahşer yerinde "Allah`a secde edin", denecek...

Bir kısmı secde edecek, birçokları da secde etmek isteyecek fakat başaramayıp tahta gibi öne, ya da yana devrilecek!. Beli dümdüz olup adeta betonlaşacak!. Bir türlü secdeye gidemeyecek!.

Dünyada, istemedikleri için secde etmeyenler var...

Secde etmek istedikleri halde, secde edemeyenler var!.

Bir de şu anda namaz kılan, ama secde etmeyenler(!) var!.

"Secde" etmek ne demektir?

"Allah"a secde etmek, O mutlak varlık yanısıra, ne senin ne de bir başka varlığın, vücudunun "var" olmadığını idrâk etmek, müşahede etmektir!.

"Ben yokum, sadece ALLAH var!"

demektir. Veya bir diğer anlamıyla,

"var olan yegâne varlık Vahidül Ahad olan Allah",

demektir, "secde"nin manâsı...

"Sadece bedenimle değil, şuurum, ruhum ve varlığımla sana secde ediyorum" demek için secdeye erdiğin anda, secde hâlindeyken, "var olan yegâne varlık, Vâhidül Ahad olan Allah"tır!. "O"nun dışında "biz" yokuz... diye düşünebilmek lazım.

"Biz" derken burada neye atıf yaptık?

"İyyake na`budu" ye!...

Bu "secde"yi yapabildiysen, ondan sonra kalkar oturursun, oturduğun zaman Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm gibi:

"Va`fuanna, vağfirlena, verhamna"

dersin; ve ayrıca istersen "vehdina"yı da ilâve edersin.... Secdeden kalkıp oturduğun zaman!.

Bunu söyledikten sonra, bu "secde"den hâsıl olan mânâyı farketmeyi takdir ettiği için, şükür olarak ikinci defa secdeye gider; üç defa daha "Subhane rabbiyel âlâ" veya "subhanallahi ve bihamdihi" dersin.

Böylece namazın o rekatı, bu şükür secdesi ile tamamlanmış olur!.

Birinci "secde" yokluk; ikinci "secde" yokluğun müşahedesini ihsan eden "Allah"a şükür secdesidir.

Kıyamın, yani ayakta Kur`ân okuma sürecinin; ve rükunun sonrasında "secde"nin iki olmasının sebebi, birinci secde ile rekatı tamamladıktan sonra, bunu tamamlamayı ihsan eden "Allah"a şükürdür.

Anlayabileceğimiz kadarıyla işte bu havas`ın namazıdır.

&

Bu havâs`ın "ikâme" ettiği namazın ötesinde, bir de "hass-ül havas", "mukarreb" denen, "Allah"a kurbiyet kazanmış, evliyânın ileri derecelilerinde yaşanan "daimî namaz" hâli söz konusudur.

1-"Kılınan" namaz...

2-"İkâme" olunan namaz...

3-"Daimî" namaz...

"Daimî" namaz nedir?

Namaz, ana yapısı itibarıyle, "ikâme" olunan namazdır dedik.

"İkâme" namaz sonucunda "secde" ile namazın kemâline ulaşırsan; bu "ikâme" olunan namaz kişiye "uruc" sağlar ve "mi`râc" hâsıl olur!.

"Mi`râc" kişinin "Kâ`bı kavseyn" veya "ev ednâ" makamında, "Allah"ı müşahede etmesi!..

Ya da, daha açık ifadesiyle, kendi varsayım benliğinin, hiç varsayılmamışçasına ortadan kalkıp, "BÂKİ ALLAH"tır hükmünce bütün esmâ ve sıfatlarıyla BÂKİ olması hâlidir.

"Urûc"un neticesinde hâsıl olan "mi`rac" ile o kişi, İlâhi bakâ ile "BÂKİ" olur!... Sen, onu kendin gibi sanırsın; ama o, "Allah`la bâki" durumdadır!.. Ve bu hâl ile hayatını sürdürür.

Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’a baktıkları zaman; O da bizim gibi yiyip içiyor, aramızda dolaşıyor, çarşı pazar geziyor, ne ayrıcalığı var dediler... Ama O, ilahi hakikatı hissedip yaşayan, "mi`rac" sahibi olan; ve bunu bize bildiren "Allah Rasûlü" idi!.

Dışarıdan bakanlar, o "daimi namaz" ehlini kendileri gibi görürler; ama bilmezler ki O, varlıkta "Bâki olan Allah"ın yalnızca bir esmâ zuhurudur!.

İşte bu hâl, "ölmeden evvel ölerek", şuur boyutunda kişisel kıyâmetin kopup;

"Sümme ileyna turceûn", "ve dahi bize döneceksiniz"

âyetinin mânâsı ortaya çıkıp; basit tâbiriyle "kişinin Allah`a rücû etmesi"dir.

Allah`tan gelenin Allah`a rücû etmesidir!...

İşte bu da "mukarreb"lerin "daimi namazı"!.

Bunu başka nasıl anlatmak lâzım bilemiyorum!. Ancak yaşayan bilir!. Daha fazlasıyla anlatılması bizce mümkün değil!.

İşte, İslâm’ın ikinci şartı olan namaz!.

* * *

Allaha yakin vesilesi "oruç"

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"ALLAH"A YAKÎN VESİLESİ... "ORUC"

İslâm’ın üçüncü şartı, “ORUÇ”...

"Ramazan" ayı diye bildiğimiz ayda “oruc”lu olmak, sağlığı yerinde olan her müslümanâ; yani "İslâm"ı farketmiş, idrâk etmiş, kabul etmiş her kişiye zorunlu!. İdrak etmemiş, anlamamış, kabul etmemiş kişiye zorunlu değil!.

Ermeni, Yahudi, Museviye “oruc” zorunlu değil... Onlar “oruc”lu olmayabilir!... Çünkü "Allah"ı anlayıp, İslâm’ı anlayıp, gereğini idrâk edene zorunlu hâle geliyor “oruc”!.

Peki “oruc” nedir?

Kaç türlü “oruc” vardır?

Orucun da "avam"a dönük yönü var…

"Havas"a dönük yönü var...

"Mukarreb"lere yani "hass-ül havas"a dönük yönü var!.

"Avam"a dönük olan yanını "İNSAN ve SIRLARI" isimli kitabımızın ilgili bölümünde açıkladığımız üzere, “oruc”lu olunan sürede, beyin dışarıdan alınan hammaddenin, tüketilmesi, sindirilmesi, ve çeşitli organlarda değerlendirilmesi yönünde enerji harcamasını çok alt düzeye indiriyor.

Daha evvelde söylediğimiz gibi insan bedenine iki tür enerji giriyor.

Birinci tür, yiyip içtiklerimiz. Dünyanın ağırlıklı elektrik potansiyeli negatiftir. Gıdalarla vücuda giren, yenilen ve içilen nesnelerde de çoğunlukla hâkim olan enerji yükü negatiftir!. Buna karşılık solunum yoluyla aldığımız havadaki oksijen vasıtasıyla vücuda giren enerji yükü de pozitiftir.

Bu pozitif ve negatif enerji yükleri beyinde değerlendirilerek eskilerin ruh adını verdikleri dalga(wave) bedene yüklenir. Böylece ölümötesi bedenimiz, şekillenir ve güçlenir!..

Bizim tesbitlerimize göre...

Beynin ruha yüklediği pozitif ağırlıklı enerjiyi mümkün olabildiğince artırabilmek; ruhtaki negatif yüklü dünyanın yapısı türünden olan enerjiyi de asgariye indirmek amacıyla, asgari sınır, limit olan, senede bir aylık “oruc” zorunlu kılınmıştır!.

Orucun başlama saati, gecenin, alaca aydınlığa dönüşü vaktidir!.. Bu saate kadar, sahûr denilen “oruc” öncesi yemeği yenebilir!..

İftar vakti ise, güneşin gözden kaybolması ve kızıl ışığının görülmez olmasıdır!..

Rasûlullah döneminde saat olmadığı gibi; daha sonra da uzunca bir müddet saat bulunmamıştır!. Şu saat şu dakikada sahur kesilecek; şu saat şu dakikada iftar eçılacak tarzındaki dakik komutlar tamamiyle uydurmadır!.

Kezâ namazlar için dahi bu böyledir!..

Diyelim ki öğle namazı... Bakarsınız, güneşin bulunduğunuz yere en dik hale gelmesine, sonra da namaza durursunuz!. Ya da akşam namazı; bakarsınız güneş gözden kaybolmuştur, namaza durursunuz; veya orucunuzu açarsınız!..

Akşam namazı ya da iftar saati "18.32"dir gibi bir tanımlama tamamiyle şekilcilik ve uydurmadır!.. Burada iki-üç ya da beş dakikanın evvel ya da sonra olmasının hiç bir önemi yoktur!.

Bu, dini tamamiyle şekilcilik ve maddecilik noktasına sürükliyen ve bâtınî değerlere yönelmeyi kesen derinliksiz bir uygulamadır!..

Evet, şimdi gelelim orucun hikmetlerinden bazılarına... Şimdiye kadar üzerinde pek durulmamış yanlarına...

“Oruc” niçin güneş batımından, ertesi gün güneş doğumuna kadar olan bir süre içinde konmamış?

Sen, günde üç öğün yiyorsun, ve beynin bunları değerlendirmeye dönük enerji tüketiyor.

Beyinin enenrji tüketimine, sindirimine az enerji sağlayarak enerjisini kendisinde muhafaza etmesi ve bunu olduğu gibi ruhuna yükleyebilmesi için, güneşin parazit yayınından daha az zarar görecek bir biçimde güçlü kalmasını temin etmek gayesine matuf...

“Oruc”ta üzerinde öncelikle durulan kısıtlamalar, yeme-içme, sekstir!.

Yeme içmede vücuda giren hammadde sözkonusu!... Sekste ise bünyenin elektrik boşalımı söz konusu.! Yani, her iki halde de bedenin ve beynin enerji yitirimi söz konusu!.

İşte birinci gaye bunu olabildiğince önlemek!. Bunu önleyebildiğimiz zaman, beyinde mevcut olan güçlü potansiyeli, bu “oruc” denen zaman içinde daha da güçlendirerek ruha yüklemek mümkün olacaktır.

Oruçlu birinin yaptığı zikir ve çalışmalarla, yani beyin çalışmalarıyla; “oruc”suz birinin yaptığı çalışma arasında muazzam fark vardır!. Biri %50 kapasite ile yükleme yaparken, öteki %100 kapasite ile yükleme yapıyor.

Oruçla ilgili bir Kudsî hadiste şöyle buyuruluyor: "Orucun ecrini ve sevabını vermek bana düşer"!.

Kişinin yaptığı bütün hayırlı amellerin karşılığı bire ondur!.

Ama hadis-i kudsîye göre, orucun ecri ve sevabı belli bir miktar değildir.. Yani, herhangi bir kıyasa girmeyecek şekilde orucun insanlara kazandırdıkları var.

Orucun en zor süresi ilk iki gündür..

Bünye düzenli sürelerle belirli gıdaları almağa programlandığı için, özellikle şeker düşmesi sonucunda, birinci gün genellikle baş ağrısı olur.. Migreni olanlarda, migren tutar; migreni olmayanlarda akşam saatlerinde, baş ağrısı tutar. Fakat, en fazla iki gün sonra, bünye adapte olur; ve baş ağrıları geçer; ve orucunu gayet istikrarlı bir biçimde devam ettirebilir kişi!. Orucun zahirdeki faydası bu!.

“Oruç”, Hz. Muhammed Mustafa aleyhisselâm’dan önce gelmiş olan Nebilerin zamanlarında da değişik şartlarla vardı.

“Oruç” esası itibariyle sadece yemek-içmek ve seksten kesilmek değildir!. “Oruc”lu iken özellikle dikkat edilecek bir husus var.

Bunun en başında Allah için “oruc” tutmayı idrâk ederek, gıybeti, dedikoduyu insanları kandırmayı, insanları kandırarak menfaat temin etmeyi kesmek!. Orucun bedensel yanının ötesinde, düşünsel yanındaki en önemli unsurlar bunlar!..

Gıybet eden bir kimseye:

-Oruc”lusun, et yiyorsun!. Bu nasıl iştir?

denmiştir...

Çünkü Kur’ân da "gıybet etmek", "ölmüş kardeşinin çiğ etini yemektir" diye târif edilmiştir... Bu yüzdendir ki “oruc”lu bir insan, falanca şöyle yaptı, filanca şöyle yaptı dediği zaman; bu ister arkadaşın olsun, ister politikacı olsun, kim olursa olsun; yanında olmayan, arkasından konuştuğun kişi hakkındaki, o davranışın, senin “oruc”lu iken ölmüş kardeşinin çiğ etini yemendir!.

Hakkında konuştuğun kişi, duyduğu zaman, senin söylediğinden memnun kalmayacaksa; sen o sözlerinle onun çiğ etini yiyorsun!. İstediğin kadar, ben “oruc”luyum, de!... Hem de, pirzola değil, çiğ ölü eti yiyorsun!. Orucun ne hale geldi bir düşün!.

Bu orucun "avam"a hitap eden yönü...

Bunun ötesinde bir de "havas"ın orucu var.

"Havas"ın orucu ise, varlıkta mutlak tasarruf sahibi olan Hak`kı farketmek ve kavramak suretiyle; "Allah" dışında bir varlık, "Allah"ın tasarrufu dışında tasarruf görmekten "imsak"tır.

O “Oruc”lu kişi, senden bir fiil gördüğünde bu fiili senden bilirse, onun orucu bozulmuştur!. Ama bu havas için geçerli, bizim için değil. Bizimle alâkası yok bu olayın. Ebrâr denilen ve Havas durumunda olan Allah`a ermeyi dileyen, nefsi mülhime, nefsi mutmainne durumunda olanlarla ilgili bir olay..

Ne zamanki sen herhangi bir fiilden, herhangi bir davranıştan dolayı o fiili meydana getiren o varlığı hor görürsen; eksik, kusurlu, hatalı görürsen, ona hor gözle bakarsan; sen eğer havas isen işte o anda senin orucun sakatlanmıştır!. Veya düşünceye, fikre göre orucun bozulmuştur... Kazası gerekir!.

Saydıklarımıza ilaveten, "havâs" durumunda olan kişinin orucunda, kimden ne fiil görürse görsün, "bu fiilin fâili Hak`tır!. Hak`kın her fiili yerli yerindedir. Bİr hikmete dayalı olarak meydana gelmektedir" görüşü sürecek; kızmayı, üzülmeyi ve sinirlenmeyi yaşamayacaktır!.

Kızıp, üzülüyorsa, sinirleniyorsa, bir takım oluşları yersiz görüyorsa o kişi orucunu kaza etmek zorundadır!. Elbette bizler için söylemiyorum bunu, havâs düzeyindekiler için söylüyorum. Havâsın orucunda bu böyledir. Falanca, filanca böyle yaptı demek yok!. Her an müşahede halinde değilsen ebrâr sınıfından olarak, bu böyle!.

"Fâili hakiki Allah`tır. Allah dilediğini yapandır. Yaptığından sual olmaz!" müşahedesi "havâs"ın orucunda esastır!.

Bu müşahedeyi kaybettiği anda bulunduğu mertebenin orucunu bozmuş olur!

"Has-ül havas" orucuna gelince ise...

Beşerî değerlendirmelerden “oruc”tur!.

Mahlûku görmeden “oruc”dur!.

"Samediyyet" sıfatının “oruclu’’da açığa çıkışıdır!.

Bunu ancak yaşayan bilir!.

Açıklanması, kavrayamayacaklar arasında sorun oluşturur..

* * *

Hac'ca gelince

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

"HAC"CA GELİNCE...

"Hac"cın iki hedefi vardır ki, bunlardan birisine ulaşmak zorunludur!...

1-Yaşamının "Arafat"ta bulunduğun o anına kadar ruhuna yüklenmiş tüm günahlarından arınarak, "sıfırlanmak" !...

2-"Maârif Billah" ile hallenmek sûretiyle, ALLAH ismiyle işaret edilenin ilmiyle âlemlerini ve düzenini seyretmek...

HAC konusunda öncelikle şunu belirtelim:

Hac günü belirli bir süre Arafat`ta bulunup geçmiş günahlarına tevbe eden kişi, kul hakkı da dahil olmak üzere o ana kadarki bütün günahlarından kurtulur!.

HAC, İslâm Dini şartları arasında herkese son derece yararlı olan bir çalışmadır!. Zira...

Yaşamı boyunca kişinin bilerek veya bilmiyerek yanlışlardan yaptığı beyninde oluşan ve “günâh” adı verilen tüm negatif yük, eksiksiz onun dalga(wave) bedenine yani ruhuna yüklenmiştir!..

Ruhundaki bu negatif yükün getirdiği ağırlık yüzünden de cehennem denilen ortamda battıkça batacaktır!.

İşte başına gelecek olan bu felâketten kişinin kendini tümüyle kurtarabimesi; ruhuna yüklenen negatif yükün tamamiyle "sıfırlanması-silinmesi" HAC`da mümkün olur!...

O ana kadar ruhuna yüklenmiş olan tüm günâh adı verilen negatif yükleri silinir ve "anasından doğduğu günkü kadar günahsız olarak" geri döner!.

Ve gene Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamasına göre,

"acaba benim günahlarım afvoldu mu; diye şüpheye düşerse, yeryüzündeki en büyük günahkâr olur."

Kâbe niçin Mekke`dedir?... Arafat`ta ne sır vardır ki orada toplanılmaktadır?..Ve bunun benzeri daha nice sualin cevabını tafsilâtlı bir şekilde “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda elden geldiğince açıkladığım için burada tekrar aynı konuya girmiyorum.Arzu edenler orada ilgili bölümde bulabilirler..

Ancak kesin olarak şunu vurgulayayım ki...

Hiç bir hayır ve ibadet, hac`cın insana getirisini kazandıramaz!.. Kim aksini söylüyorsa, o henüz hac`cın ne olduğunu, değerini idrâk etmemiş, hattâ farketmemiştir...

"HAC’ca gidecek kadar imkânı olan, buna rağmen gitmez de o sene içinde ölürse, ister yahudi olarak ölsün ister hıristiyan!."

anlamındaki Rasûlullah uyarısı konunun bütün önemini vurgulamaktadır!.

"Hacca gidip de elin arabına para mı kazandıracağım; onun yerine burada bir hayır yaparım" tarzından yaklaşımlar; son derece düşüncesiz ve bilgisiz yaklaşımlardır... Çünkü bu kişilerin HAC`cın ne olduğu hakkında hiç bir bilgisi yoktur!.

"Kızmı everim; torunumu sünnet edim; yaşlanıp ticaretten el-etek çekim" tarzındaki yaklaşımlar kadar saçması olamaz!..

HAC esasen ilk fırsatta ve olabildiğince gençken yapılmasında fayda ve hatta zarûret olan bir çalışmadır.. Nasibinde varsa oradan aldıkların bir ömür boyu sana fayda sağlar!.

Gidenlerin görmüş olduğu gibi, dünyanın her yerinden gidenler yarıyarıya gençlerken; sadece Türkiye`den gidenler, neredeyse ayağını zor sürüyenlerdir.. Endonezya`dan gelenler arasında evlenmeden önce eş olarak hac vazifesini ifa etmek için gelenlerin haddi hesabı yoktur!.

Bir de hanımların şu çok önemli problemi vardır Hac konusunda:

"Hac`ca gidip geldikten sonra başımı örtmem, tam tesettüre girmem gerek; oysa ben bunu yapamam!.. Bu yüzden hacca gidemem!."

ÇOK BÜYÜK BİR YANLIŞ!.

Şu anda başınızı örtüp, bir veya birkaç vakit namaz kılıp, sonra da günlük normal kıyafetle dolaşıyor musunuz?... Evet!. Namazda, ibadet sırasında başınızı örtüp, daha sonra da açıyor musunuz?... Evet!.

Öyle ise, Hac’ca da gider, örtünür; farzınızı yerine getirir; döndükten sonra da elinizden ne kadarı geliyorsa, o kadarını yaparsınız!.

İslâm Dini’nin en büyük düşmanları, Dinden görünüp, Dinî teklifleri zorlaştıran; insanları Dinden, Allah ve Rasûlullah emirlerinden uzaklaştıran; dinden soğutup, nefret ettirenlerdir!.

Biliniz ki..

Hac da en az namaz kadar zorunlu ve yararlı bir çalışmadır!. Böylesine önemli bir olaydan "gelince başımı örtemem" gerekçesiyle geri kalmak, aklın alamıyacağı kadar büyük bir yanılgı ve kayıptır!.

Baş örtmek Kur`ânda belirtilen farzlardan biridir!.. Bunu yapmayan; Allah`ın bu konudaki teklifine uymamaktadır!. Kur`ân bu konuda bir ceza bildirmemiştir!..

Başını örten, elbette ki Allah`ın bu teklifine uymasının karşılığını fazlasıyla alacaktır.. Başını örtmeyen ise, Allah`a karşı sorumlu olur!.. Allah, bu davranışının karşılığını dilediği gibi verir!..

Ancak, Kurân‘da, "Hacca giden her hanım dönüşte başını örtecektir; örtmeyenin haccı kabul değildir" gibisinden bir hüküm kesinlikle mevcut değildir!.

GIYBET etmemek de kesin hem de çok ağır hükümlerden birirdir!.. "Ölü kardeşininin çiğ etini yemektir gıybet" diye tanımlanmıştır Kurân‘da!. Ben bu suçu işlemekten kendimi alamıyorum; öyle ise örtülü başımı açayım, diyor musunuz?.. Elbette hayır!.

Bir emri yerine getirememek, nasıl bir başka yerine getirebildiğin emirden de vazgeçmeyi getirmezse; hacca gitme imkânın olduğu halde, başörtememek yüzünden hacca gitmemek o derece büyük yanlıştır!.

Bu vesileyle şunu bir kere daha vurgulayayım...

İSLÂM DİNİ’NDEKİ TEKLİFLER, "PAKET PROGRAM" DEĞİLDİR!. Yani, ya hepsini tam olarak yaparsın, ya da hiç birini yapma, türünden, değildir!..

Senden, istenilenler bellidir!... Yani yapman ve yapmaman gerekenler...

Sen bunlardan elinden geldiği kadarını yaparsın; yapamadıkların da eksiğindir... Hüküm ALLAH`a aittir!.

Ben bunlardan falanca ve filanca emirleri yerine getiremiyorum; öyle ise hiç birini yapmayayım" düşüncesi kesinlikle yanlış ve düşüncesizce kabuldür!.

Yap da, ne kadarı elinden geliyorsa, o kadarını yap!.

Hacca gitme imkânına sahipsen, elinden geliyorsa, hemen git!.. Geldiğinde başını örtemeyeceksen; o da eksiğin kalsın!...inşâallah o da nasip olur!.

Özetle diyeyim ki...

Tek başınıza, canlı ve bilinçli bir halde ölümötesine yapacağınız sonsuz yolculuğu idrâk ediyorsanız, imkanlarınız içinde elinize geçen ilk fırsatta Hacca gidiniz!.. Aksi halde bu konuda öylesine pişmanlık duyacaksınız ki; bunun haddi hesabı yoktur!.

Devrinin "İnsân-ı Kâmil"i Abülkerim El-Geylânî`nin haccın bâtın mânâlarıyla ilgili bazı değerlendirmelerini size nakletmek istiyorum.. Kendisinden büyük feyz aldığım bu son derece değerli Zât`ı böylece saygıyla anıyorum...

"Hac niyeti: Allah talebi yolunda devamdır..

İhram: Yaradılmışları görmeyi terktir!.

Başı traş: Beşer içinde önder olma düşüncesinden arınmaktır!.

Tırnak kesmeyi terk: Kendinden oluşan fiillerin hakiki failinin ALLAH olduğunu farketmektir!.

Güzel koku sürmeyi terk: ZÂT hakikatını hissedince, esmâ özellikleriyle kayıtlanmaktan kurtulmaktır!.

Cinsi münasebeti terk: Bedende tasarrufu bırakmaktır.

Sürme çekmeyi terk: KEŞF arzusundan kurtularak ZÂT hüviyetinde yok olmaktır!

Mikat: Kalbten ibarettir..

Kâbe: ZÂT`tan ibarettir!.

Haceri esved:insani lâtifeden ibarettir.

Haceri esvedin siyeh oluşu: Tabiat özelliğinin kalbi renklendirmesi..

Tavaf: Allah`a yakışır şekilde, insanın hüviyeti, aslı, menşei, müşahede yerinin idrâk olunmasıdır.

Tavafın 7 olması: ALLAH`ın yedi sıfatından ibarettir.. Onlar, hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelâm..

Tavaftan sonra mutlak namaz: Anlatılan vazifeleri yapan için Ahadiyyet`in zuhûru ile, ona ait hükmün yaşamıdır.

Bu namazın İbrahim makamında kılınması: Hullet makamına işarettir.

Zemzem: Hakikat ilimlerine işaret eder..

Zemzemi içmek: Hakikat ilimlerinde dallanmaktır.

Safa: Halka nisbet edilen sıfatlardan soyunmaktır.

Merve:ilahi isim ve sıfat kadehlerinden doya doya içmektir.

Traş:ilahi riyasetle tahakkuka işarettir.

Bıyıkları kısaltmak: Kurbet ehlinin makamı olan tahakkuk derecesinden inmektir.

İhramdan çıkış: Halka açılmak; sıddık derecesinde halk arasına inmektir..

Arafat:Mâarifi B`illah makamıdır... Arafat`ta iki bayrak dikilmesi, Celâl ve Cemal sıfatlarına işarettir; ki Allah`a marifet yoku onlara göredir.

Müzdelife: Makamın şuyuu ve yükselmesinden ibarettir.

Meş`ari haram: Şer`i emirlerde durup, Allah`ın haramlarına saygıdan ibarettir.

Mina: Kurbet makamı ehli zevat için murada nâil olmaktır.

Üç şeytanı taşlamak: Benlik, tabiat ve âdettir.

Yedi taş atmak: Yedi ilâhi sıfatla bunu başarmaktır.

İfaza tavafı: Allah feyzinin devamında sürekli terakki etmektir.

Veda tavafı: Allah sırrını hak edene emanettir. "

&

Bâtın yani iç, sır mânâsından biraz daha sözetmek gerekirse haccın.. Şunları da diyebiliriz…

Hac’cın bâtın niyeti "ALLAH"a ulaşmaktır!.

İhram giymek, ALLAH`a ulaşmak üzere tümüyle dünyadan arınmak için sanki ölen biriymişçesine kefen giymektir!

Hac öncesindeki yedi tavaf, yedi nefs mertebesinde uruç yaparak Allah Zât`ının zuhur mahalli olan Kâ`benin Hakikatiyla özdeşleşmeye gayrettir.!

Arafat, mukaddes vadi`dir..

Arafat`ta tüm beşeri kavramlardan arınılır!

Bu arınış sonrasında üç şeytanla birlikte benlik, tabiat ve âdetler taşlanılarak bunlara geri dönmemek üzere uzaklaşılır!

Buradan Kâ`be ‘ye gelip yapılan tavaf ve namaz, yedi sıfatta yapılacak seyr ile Zât`a ulaşmaktır.. Tavaftan sonra kılınan namaz, bunu nasibedenin huzurunda beşeriyetinin hiçliğini itiraf ve şükürdür..

Veda tavafıyla birlikte geldiğin yere dönmek, "Bakâ Billah" içinde "seyri anillah"tır!. Hizmet için halkın arasına geri dönmektir!.

Biz, Hac`da Kâ`be ‘nin kişiliği, ruhâniyetiyle görüşenleri, sohbet edenleri biliriz!.

Hac`da daha öylesine sırlar vardır ki, bunları yazmak şimdilik mümkün değildir!

Şu kadarını iyi bilelim ki, HAC aklınızın alamayacağı kadar muazzam ve çok yönlü bir çalışmadır...

Bundan, yanlış şartlanmalar yüzünden geri kalmak, bir kişi için hayatının en büyük kayıplarının arasında olacaktır!.

* * *

Ve Zekat

Akıl ve İman Ahmed Hulûsi

VE "ZEKÂT"...

Malının kırkta birini üzerinden bir yıl geçtikten sonra ihtiyaç duyanlara dağıtmak; işin zâhir yönüdür...Ki bu yönüyle ilgili bilgiler ilmihal kitaplarında ve konuyla ilgili bütün eserlerde mevcuttur...Bu sebepledir ki işin bu cephesi üzerinde fazla durmayacağım...

"ALLAH" bağışı olan varlığının en azıyla kırkta birini, ihtiyaç duyanlarla paylaşmak; işin bâtın yönüdür...

Zekât...

Hak için halktan, mülkten geçmektir!..

Allah`tan geleni halkla Hak için paylaşmaktır!.

Varlıksızlıkta dâim olmak için, varlığından geçmektir!.

"ALLAH" âlemlerden Ganî’dir;

esası üzere "Gınâ"dan hisse almaktır!.

HALK`ta “HAK”kı görüp, ondan esirgememektir!.

Şeytan vasıflı cinin, Adem’de Hak’kı göremeyip; secde etmemesi ve bu yüzden lâ`netlenmesi benzeri olarak...

Zekât ve sadakadan kaçanlar, “İnsan”da “Hak”kın varlığını göremeyip, onunla varlığını paylaşamayanlardır... Ki, gelecekleri ne olur, neye benzer bunu kavrayışınıza bırakırım!...

Evet, ALLAH takdir ettiği kadarıyla, bu kitapta da sizlerle bir şeyler paylaşmaya çalıştım...

İsabetli bulduklarınızdan yararlanmaya ve yaşamınıza ona göre yön vermeye gayret ediniz..

Kusurlarımızı görürseniz, bunların da düzelmesi için bize dua ediniz!

ALLAH MUİNİMİZ OLSUN.

AHMED HULUSİ

27.9.1993

ANTALYA

* * *

www.ahmedbaki.com

Table of Contents